Yola çıkmanın tek engeli kapının eşiğidir
İran‘a kara yolundan gitmek meşekkatli fakat bu bir “dağlara yüzünü dönme, şehirden yüce dağlara bakma” yolculuğuna dönüşebilir. Ülkeden çıkmadan Doğu Beyazıt’ta Ağrı dağı ile selamlaşıyoruz. Ağrı dağını gördüğünüzde tanımamak mümkün değil, başı karlı, dumanlı Ağrı dağı karpostallarına birebir benziyor.
İran sınırını geçmemiz çok uzun sürmüyor, sınır güvenli ve geçiş kolay… Sınırdan geçer geçmez para çevirmek için bekleyen amcalar Türk lirasını İran tümenine çeviriyor. Yüz Türk lirası yüz yirmi bin İran tümeni ediyor. Aslında sadece yirmi lira kâr etmiş oluyorsunuz. İran parasının sıfırları hâlâ yerli yerinde, ilk gün insanın biraz kafası karışıyor elindeki bir tomar paradan ama ikinci gün duruma uyum sağlıyorsunuz. Ayrıca İran’da başka bir ülkeden aldığınız herhangi bir bankamatik kartı, kredi kartı ya da banka hesabınızı kullanmanız mümkün değil, İran’a gelirken kalacağınız süre zarfında yetecek kadar nakit para bulundurmanız gerekli yanınızda. Fiyatlar Türkiye gibi… Yemek, hostel ya da seyahat çok ucuz ya da pahalı değil fakat şehir içindeki dolmuş taksiler ile bin tümene (1 TL) çok ucuz ve konforlu ulaşım sağlamanız mümkün…
Bir ülkenin ekmeğini ve suyunu severseniz, o ülkeyi de seversiniz
Sınırdan girdikten sonra karşınıza çıkacak ilk belde Makü. Burada çok kalmıyoruz, bizim doğu kasabalarımıza benziyor. Tebriz otobüsüne binip Tebriz’e seyahat ediyoruz. İran’da bir kadının şehirler arası seyahat etmesi güvenli olduğu kadar göze batan bir durum. Tüm otobüs ahalisi size neden İran’da olduğunuzu soruyor ve neden İran’ı gezmek istediğinize bir anlam veremiyorlar. Sınırdan Tebriz’e kadar neredeyse herkes Türkçe konuşuyor. Tebriz dahil Türkmen bölgesi burası. Tebriz’de sıcak iyice bunaltmaya başlıyor. Tebriz turistlere alışık bir şehir ve göze çarpmanız azalıyor. İran’a girdiğimizden beri hayalini kurduğumuz kavun suyuna burda ulaşıyoruz. Kavun suyu buzlu buzlu elinize tutuşturuldu mu sıcağı unutuyorsunuz. Şehri izlemeye tekrar dönüyoruz, Tebriz’in meşhur hanlarını ve pasajlarını gezdikten sonra Kendowan’a doğru yola çıkıyoruz. Yolumuz şehir merkezinden yarım saat.
Kendowan, peri bacalarının bulunduğu tarihi bir köy. Burada çadır kurmanız, katırlarla köyde gezinti yapmanız ve yüz yıllık selvi ağaçlarının gölgesinde serinlemeniz mümkün. İran’da yaz aylarında serin bir yer bulmak kolay değil. Sokaklarda rengarenk hicaplı kadınlar ve duvarlardaki Farsça yazılar artık başka bir ülkede olduğunuzu hisettiriyor iyiden iyiye… Kendowan’ı bir iki saat turlayıp akşamı ettikten sonra Tebriz otobüs garına dönüyoruz. İran’da seyahat etmenin en güzel yanı çok konforlu otobüs koltukları ile yollara revan olacak olmanız… Tebriz-Tahran arası 8 saat.
Sabahın ilk ışıkları ile Tahran‘dayız. İran’da evleri ziyaret etmeden İran’ı tanımış olamayacağımızı bildiğimizden, daha evvelden iletişim kurduğumuz gazateci bir ailenin evine gidiyoruz. Hem Tahran’da neler yapılır, nasıl gezilir öğreniyoruz, hem de bir kahvaltı masasına denk geliyoruz. O gün Cuma olduğundan sokaklar sessiz, halk haftasonu tatilinde. Girdiğimiz kapı büyük bir bahçeden serin bir eve çıkarıyor bizi. Sokaklar sıcak olsa da evler oldukça serin ve ferah İran’da. Bir ülkenin ekmeğini ve suyunu severseniz, o ülkeyi de seversiniz. Kahvaltı masasına gelen susamlı sıcacık pideler mest ediyor bizi…
Füruğ Ferruhzad’ın mezarını ziyaret ettik
Birkaç saat dinlendikten sonra Cuma günleri kurulan ve öğleden sonraya kadar açık olan bit pazarına gidiyoruz. Saatler, dokuma çantalar, fotoğraf makineleri, el işçiliği fincanlar… Eski eşyaları sevenler için cennet gibi burası… Bunun yanı sıra keten elbiseler, şallar ve Türkiye’de bulamayacağınız etnik kıyafetler bulmanız mümkün. Pazar üç katlı bir garajın içinde, çok iyi ışık alıyor ve harika portreler çekmeniz mümkün fotoğraf meraklısı iseniz… Bit pazarında kendimizi yorduktan sonra Tecriş‘e, şehrin diğer yakasına geçiyoruz metro ile. Metro Tahran’da kullanabileceğiniz en kolay ve hızlı ulaşım aracı. Şehrin bir saat uzağındaki ilçelere dahi ulaşıyor metro hattı. Tecriş’e vardığımızda akşam üstü olduğundan Şah’ın sarayını görme şansımızı kaçırmış bulunuyoruz.
Bugün kavun suyu içmeyi tekrarlamak istiyoruz ama milkshake çeşitleri öyle fazla ki dondurmalı havuç suyu mu, muzlu süt mü, gül suyunda donmuş Hindistan cevizi rendesi mi derken serinliyoruz yeniden. Civardaki parkları, Tecriş çarşısını gezdikten sonra, Zehra-i Devle‘ye doğru yol alıyoruz Füruğ Ferruhzad’ın mezarını ziyaret etmek için… İran’da Füruğ Ferruhzad deyince kimse tanımıyor, “baharın şairi” manasında Bahar-i Füruğ Ferruhzad demeniz gerek. Farsçadaki hitabet zerafetini birkez daha seviyoruz. Güzel ve yeşillikler içinde bir demir kapıdan şair Füruğ Ferruhzad’ı ebedi uykusunda izliyoruz bir süre, dilimizde Bahar-i Füruğ Ferruhzad şiirleri… En çok da “Kuş ölür/ Sen uçuşu hatırla” yakışıyor. Füruğ öldü belki ama biz hatırlıyoruz yaşamını, uçuşunu… Hüzünle bir yokuştan salınıp günü sonlandırıyoruz.
Bizi mest ediyor mimar Hooman Balazedeh
Ertesi gün İran’ın entelektüellerinin yaşadığını duyduğumuz Karaj bölgesine gidiyoruz. Gerçekten de duyumlarımız doğru; burada her evin kapısı ya bir şair, ya bir müzisyenle karşılaştırıryor sizi. Hatta 1960’lı yılların ilk hippi komün hayatının kurucularından Müslüman bir İranlı olan Baba Akbar‘ın kendi inşa ettiği sistemin dışındaki evi ve evin ev değil sanat atölyesi olduğunu anladığımızda bir filmde gibiyiz. Büyük bir bahçeye kurulmuş evin tüm eşyaları ikinci el ürünlerden dönüştürülmüş ve ailecek üretip yaşama katılmış. Yüzünüzü yıkadığınız lavobadan oturduğunuz sandalyeye, bahçedeki hamaktan evin duvar işçiliğine kadar herşey özel tasarım… Akbar’la Hindistan’da geçirdiği hippi yılları, Amerika’daki ilk gençlik yılları ve bin dokuz yüz altmışlardan muhabbet ediyoruz ve gül yaprakları ile karılmış siyah çay içiyoruz.
Karaj’dan ayrılmak öyle kolay değil, tanıyacak çok insan var. Bu yıl yaptığı kafe tasarımı ile dünyanın en iyi iç mimarı seçilen Hooman Balazedeh, mimarinin bir moda olmadığını ve yaşanan her şeyi, anıları ve yüreğimizi yaşam alanlarımıza yerleştirerek dekorasyon yapabileceğimizi anlatıyor: “Sokaktaki ağaç dalları ancak siz seviyorsanız evinizi dekore eder, yoksa kalabalıktır. Kuş simgeleri size çağrışım yapıyorsa orası sizindir, sizin yerinizdir. Siz taş insanı mısınız, evin duvarlarını taşla örün. Siz orman insanı mısınız, ağaçtan evler de yaşayın. Sakar bir insansanız evinizde orta sehpa kullanamazsınız, gelip geçerken çarpar kendinizi sakatlarsınız. İran’da biz misafir ağarlamayı severiz ve orta sehpa kullanırız. O sehpada ikram edeceğimiz meyveler ve yanında sunacağımız muhabbetimiz vardır. Batıda insanlar kenar sehpalar kullanır; kahveleri ve hızlıca edilen kahvaltıları için bu yeterlidir. Siz ne kullanıyorsanız dekorasyon odur.”
Bizi mest ediyor ünlü mimar… Son yıllarda devasa mağazalardan aldığımız ve kendimiz monte edip kullandığımız sehpalar, kitaplıklar anlamsızlaşıyor. Hoomaan Balazedeh’in yanından ayrılırken bir ağaç kütüğünden ama kendi sevdiğimiz ağaçtan, en sevdiğimiz ağaçtan, kokusunu rengini beğendiğimiz ağaçtan bir sehpa düşlüyoruz yaşam alanımızda…
Karaj’da tanışacak çok sanatçı var dedik. Bu bölge Tahran’ın kirli havasından, İstanbul’un beter trafiğinden ve siyasetin kaçınılmaz buhranından uzaklaşmak isteyen sanatçılarla dolu…
Yerli dostlarınız olmazsa İran kapalı bir kutudur
Meditasyonla ilgilenen genç kadınlar, müzik aletini kendisi yapan müzisyenler, Ömer Hayyam rübaileri ile meşk geceleri düzenleyen gençler tanıyoruz fakat öyle bir kız var ki aralarında sakinliği ile dikatimizi çekiyor ve bundan sonraki yolumuzun rotasını çizmemize yardımcı oluyor: Farenak Samadi. Kendisi gönül ehli bir sufi. Geçtiğimiz yıl Konya’da aylarını geçirmiş Mevlana’yı tanımak için ve bizi Isfahan‘daki dostlarının yanına salıklıyor, “İran kapalı bir kutudur; yerli dostlarınız olmasa sokaklarda bile ne var göremezsiniz” diyerek… Biz de gece otobüsü ile Isfahan’a yola çıkıyoruz. Bir söz vardır, ‘Isfahan nısf-i cihandır’ derler. Yani Isfahan dünyanın yarısıdır demek… Yine sabahın ilk ışıkları ile bir İran şehrine giriyoruz. Meydan-i Cihan’da Farenek’in dostu Lale bizi karşılıyor ve şehrin büyüsüne, duruşuna, işçiliğine, her köşeden gelen çini dövme sesine, İran’a geldiğimizden beri başkentte bile karşılaşmadığımız kahve içecek mekan bulmanın sevincine katılıyoruz İranlı dostumuzla…
Lale tiyatro ve kostüm tasarımcılığı okumuş. Bizi İran’dan başka bir yerde bulamayacağımız takıların, dokuma kumaşlardan yapılma elbiselerin olduğu mağazalara götürüyor. Uzun pasajlardan geçiyoruz mağzaalara yol alırken… Kuş figürü İran kadar güzel hiçbir yerde işlenemez herhalde demeden edemiyoruz. Elbiselerin, takıların, dükkan dekorasyonlarının her köşesine zarifçe bir kuş kondurulmuş. “Doğu ülkeleri her zaman özgürlüğe doğru bir yoldadır.” Isfahan’da iki gün boyunca pasajlar ve işçiliğinden büyülendiğimiz camiler arasında insanlarla muhabbet ediyoruz, doğuya ait tutkular, umutlar, ticaret aşkı yerli yerinde fakat herkesin dilinde bunların yanısıra siyasi çıkmazlar ve endişeler de var.
Yola çıkmanın tek engeli kapının eşiğidir
Şiraz yolculuğumuz da Isfahan seyahatimizden sonra başlıyor. Yine gece yola çıkıp sabah Şiraz’da olmayı tercih ediyoruz. Otobüsten iner inmez günlerdir gözümüzün aradığı İranlı müzisyenleri görüyoruz. Kulaklarımız şark müziğine doyuyor zira burada her köşe başında bir müzik grubu var. Hafız Şirazi’nin kapısına geldiğimizde müzisyenleri mi dinlesek Hafız’ın şiirlerinden bir tane mi çeksek diye muazzam bir ikilemde kalıyoruz. Hafız’ın mezarı etrafında şiirler okuyan insanlar ve büyük geniş bir avludan yükselen nazlı müzik bir İran filminin içine çekiyor bizi ve tüm günü burada Hafız Şirazi şiirleri okuyarak geçiriyoruz. Şiraz şehrinin iki ünlü Şirazi’si var: Sadi Şirazi ve Hafız Şirazi… En başta hangisinin bahçesini gezdik karıştırsak da sonradan anlıyoruz ki Narancistan bahçeleri Sadi Şirazi‘ye ait. Buradan narenciye ürünlerinden alıp yaz ortasında içimize çekerek dönüş yoluna koyuluyoruz.
Tahran’a tekrar vardığımızda Bahariye caddesinde bendir satan müzik dükkanlarını gezip biraz bendir sesine kulak veriyoruz. Ardından son kalan vaktimizle film müzesini geziyoruz. Sokak kitapçılarından yerlere serilmiş bir Bahar-i Füruğ Ferruhzad kitabı alıyorum kendime seyahat hatırası olarak… Ve ülkemize giden otobüs garındayız. Dönüş yolumuz yani Tahran-İstanbul arası 40 saat…
“Yola çıkmanın tek engeli kapının eşiğidir.”
Nevra Neretva yazdı