YOK, SES YOK
Öykü • YOK, SES YOK
YOK, SES YOK
Duyamamanın
ıstırabına alışamadım. Kaybettiklerimin yanında hiçbir şey oysa. Bir aksesuar
belki. Ama tahammül edemiyorum.
Bir
insanı elbiseleri olmadan görmenin utancı gibi bir şey gelip oturuyor kalbime.
Titreyen dudakları, oynayan çenesi, şişip duran âdemelması… Ama ses yok. Belki
duyarım ümidiyle bağırdıklarını anlıyorum. Bağırma diyorum, bir faydası yok.
Sesin bir sünger tarafından emilip yok oluyor gibi, anlasana. Anlıyor.
Kahretsin, beni anlıyor. Beni duyuyor çünkü. Sesim var bunu biliyorum. Şüpheye
düşüyorum, umuda kapılıyorum, sesim varsa diyorum, beni duydukları gibi ben de
onları duyarım elbet. Delik deşik olmuş duvarlara bağıra bağıra kaç sabah oldu,
hatırlamıyorum. Anlatıyorum, yılmadan anlatıyorum, usanmadan anlatıyorum. Hiç
bitmeyen bir hikâyem varmış meğer. Anlattıkça açılıyorum, hangisine
başladığımı, niçin konuştuğumu, kime seslendiğimi unutuyorum. Sanki kulaklarım
sağır olmamış gibi, sanki o el bombasını oğlumun avuçlarında hiç görmemişim
gibi… Birazdan kapı tıklayacak, kapının o muhteşem sesine, işaret parmağının
eklem yerinin kapının gövdesine değişinin o kutsal sesine dalıp gidecekmişim
gibi, karımın o narin o ince o mağrur elinin kapı koluna asılmasının ardından
mekanizmanın dilini içeri doğru çekişiyle çıkan o büyülü ses, bir masala
başlayacak gibi, yorgun menteşeler, sesindeki pürüze aldırmaksızın, şöyle
birkaç defa mahsustan öksürerek boğazını temizleyip Ümmü Gülsüm’ü yâd
edercesine uzun bir ya leyl’e düşecek
gibi, hayat hiç yaşanmamış gibi, olanlar olmamış gibi… Anlatıyorum.
Anlatıyorum. Anlatıyorum. Fakat sesim bana dönmüyor. Sokaklar dolaşıyor, evleri
aşıyor ama bana ulaşmıyor.
Sokakta
yürürken ayağımı sürtüyorum, adımlarımı sertçe basıyorum, kapıları çarpıyorum
girip çıkarken, olur da bir ses duyarım diye. Rüzgârda bir saman çöpü oynasa
gözlerim peşinde, birbirine değen ne varsa iz sürüyorum. Sarmaşığın
yapraklarına kapılıp akşamı ettiğim az değil. Bin yaprağından biri ses verse
diye.
Dünyanın
bir köşesinde saklanmış bir ses kırıntısı arıyorum. Bu zamana kadar benden
kaçmış, karşıma çıkmaya cesaret edememiş ya da tenezzül etmediğim,
umursamadığım bir ses yok muydu, şimdi can kulağımı açmaya varım, ömrümün geri
kalanı üzerine pazarlık edebilirim.
Ama
yok, ses yok.
Ulu
camiye çıkan sokağın başında rastlıyorum köre. Sıvası dökülmüş duvarın
boşluklarında yitiğini arıyor. Saatimiz şaşmıyor, öğleye doğru, aynı yerden
komut almışız gibi düşüyoruz yola. Buralıdır, buradan başka yer bilmez. Parmak
uçlarıyla görür, yönünü şaşırmaz. Damarları şişmiş, kapkara elleriyle dokunur
duvarın girintilerine. Burnunu yaklaştırır, tırnaklarıyla kazır un ufak olmuş
taş parçalarını, muzipçe güler bazen, bir sırra ermiş gibi sırıtır
memnuniyetle.
Duvardan
kopardığı bir taş parçasını dudaklarına götürürken duruyor, yanından geçtiğimi
fark ediyor. Kıllı, iri kulaklarını dikip kımıltısız bekliyor.
Fitilim
atıyor o sıra.
İhtiyar
bunak diyorum, kör olacağına ölseydin daha iyiydi.
Doktorun
teselli eden bakışları geliyor gözümün önüne.
Masadan
kâğıt çekip hızlıca bir şeyler yazıyor.
“Gözlerini
de kaybedebilirdin, bir de böyle düşün”
“Kaybettim
tek şey duyma yetisi değil doktor” diyorum. “Karım ve oğlumu da toprağa…”
Susuyorum. Beni duyuyor. Beni duymasına katlanamıyorum. Yaşlar boşalıyor
gözlerimden. Önce bir şeyler mırıldanıyor. Yarıda kesip kâğıda uzanıyor:
“Sinirlerin
de zarar gördü patlamada. Aklın kamaşabilir, duygularının denetimini
kaybedebilirsin. Uykusuzluk çekebilirsin. İştahsız ve asabi olabilirsin. Kimin
kimsen…”
Kalemi
elinden alıyorum. Bastıra bastıra yazıyorum:
“Yok,
kimsem yok.”
Ulu
caminin bahçesinde bir iskemleye yerleşiyorum. Beni görünce gözlerini kaçırıyorlar. Bana borçları varmış
da ödeyecek hâlleri yokmuş gibi utançla kaçırıyorlar gözlerini. Köre karşı öyle
değiller. Rahatlar. Bacak bacak üstüne atıyorlar. Burunlarını karıştırıyorlar
yanında. Yine üzgünler ama belli etmek için çaba harcamıyorlar. Yürürken
yol açıyorlar, çarpmasın diye önüne çıkan masayı iskemleyi kenara çekiyorlar.
Taşları duvar dibine itiyorlar ama benden kaçıyor namussuzlar. Savaşı ben
çıkarmışım gibi. Silahları ben icat etmişim gibi. Kabil benmişim gibi.
Ezan
okunuyor, vücutların kıpırdanmasından anlıyorum. Camiye yönelen kalabalığa
karışıyorum. Kubbeden düşen toz toprak alnıma çizgiler çekiyor. Ezanın
bitmesine rağmen kimse kımıldamıyor. Herkesi benim çölüme düşüren bu müthiş
sessizlik, kimseyi Allah’la buluşturmaya yetmiyor. Allah’tan mı jetlerden mi
olduğunu itiraf edemediğimiz bir korku gizli bu sessizlikte. Cemaatin eğilip
kalkmasıyla eğilip kalkıyorum. Kör nasıl oluyorsa yanımda bitiyor her vakit. O
görmediği imama uyuyor, ben duymadığım… Gözümün ucuyla izliyorum onu,
kendinden emin bekliyor. Allahuekber nidasını duyar duymaz büküyor belini.
Bükemiyor da.
Bir
kolunu hızara kaptırmış bir marangoz kalfasının ekmeğe, hep olmayan koluyla
uzanmak istemesi gibi, uyanır uyanmaz ortalığı dinliyorum ilkin. Gözlerim
kapalı. Çocukluğumdan beri böyledir. Kulak fikir edinir, göz hizaya dizer, akıl
karar verirdi. Şimdi kuyunun dibindeyim. Varılacak bir karar yok, hizaya
dizilecek şey kalmadı, ses kesildi. Herkese yetiyor da bana gelince nazenin
bedeni bitap düşüp yere çakılıyor. Pıt demeden, puf demeden, inlemeden.
Lanetler yağdırıyorum. Sonra yeniden yatışıyorum. Yaklaşıyorum. İnsanlara,
eşyalara, duvarlara, radyoya, karıncaların üç yüz bin beyitlik destanını
gösteren televizyona… Yaklaşıyorum.
Ses
yorulmasın, üşenmesin, eksilmesin,
yanlış yollara sapmasın, sırt üstü yüzer gibi gelip konsun diye
kulaklarıma… yaklaşıyorum.
Yok,
ses yok.
Avluda,
merdiven altında, zeytinlerin arasında ne bulursam birbirine çarpıyorum. Belki
bu zaman kadar keşfedilmemiş bir ses bulurum, yönünü şaşırır da bana uğrar
diye. Her an yaratmakta olan Allah o an yeni bir ses yaratır ve o ses, yabancı
olduğu şu dünyada ona en çok özlem duyanın ben olduğumu anlar da bana teslim
olur diye. Annesi tarafından terk edilmiş bir kurt yavrusunun ormanda yolunu
kaybedip bir ceylanın memesine yapışıp onu anne bellemesi gibi kâinatın uzak
bir noktasından kopup gelen bir ses, olur ya, yuva yapmak için hasarlı
kulaklarımı seçer diye bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum.
Yok,
ses yok.