YIKIM
Öykü • YIKIM
YIKIM
Yeterince dikkatli dinlersem bir ses duyabileceğime inandırmıştım kendimi. Tüm varlığımla uzun uzun dinledim. Başta konuşmalar duyduğumu sandım. Deli olacaktım sevinçten. Kalbim küt küt atmaya başladı. Sesler yaklaşsın diye bekledim, ta ki hiçbir şey duyamadığımı kabul edinceye kadar. Sonra haykırarak ağlamaya başladım. Ama ağzımdan ses çıkmadı. Gözyaşlarım tozla dolan gözlerimi biraz temizledi. Fakat sonra ağlamanın iyi bir fikir olmadığına kanaat getirdim. Su lazımdı bana. O panik halinde bunu düşünebilmiştim evet.
Boynumun üzerine ne düşmüştü bilmiyorum ama çok acıyordu. Vücudumun hiçbir yerini kıpırdatamıyordum. Ayağımın üzerindeki ağırlık kitaplığım olmalıydı. Kitaplarım, defalarca kuduklarım, kapağını açmaya fırsat bulamadıklarım, okumaya başlayıp hep 50. Sayfasında takıldığım, sonra yeniden başlayıp yine 50. Sayfasında kaldıklarım, bir dönem vücudumun bir uzvuymuşçasına elimde taşıdığım Işığın Elleri sonra Umut’un kitapları… En azından onlar yanımdaydı. Umut benimleydi.
Aslında şöyle bir düşündüm de bütün eşyalarım yanımdaydı! Firavunlar gibi. Nasıl onlar öte aleme geçiş için değerli eşyalarıyla gömülmüşse ben de tüm varlığımla gömülmüştüm 3 oda bir salon mezarıma. Dehşete kapıldım, yeniden… Küçük asansörlerde bile içim daralırdı benim. Bir keresinde emara girmiştim de bitinceye kadar hatim indirmiştim neredeyse. Hatim! Ah evet! Dudaklarım kıpırdamıyordu ama kalbim tekrar tekrar yineliyordu. Ya Allah! Biraz ferahladım. Sanki yerim de genişledi biraz.
Umut nasıl merak etmiştir beni. Deli olmuştur. Telefonla defalarca aramış olmalı. Duymadığımda hep kızardı. “Telefonu açmayacaksan niye kullanıyorsun ki” diye az azarlamadı beni. Gerçi şu an mazeretim var. Bir şey demez herhalde. Ne yapayım Umut’um. Kolumu bile kaldıramıyorum ki. Elimde olsa seni merakta bırakır mıyım? Bir keresinde telefonu duymadım diye tee kalkıp nerelerden gelmiştin eve. Şimdi de gelmişsindir mutlaka. Ama evi yerinde bulamamışsındır bu sefer. Şu boğazımızdan artırıp taksitlerini ödediğimiz ev. İşte onun altındayım ben. 5 kat var üzerimde. Ne tuhaf! Ne tuhaf! Söyleyecek söz bulamıyorum.
Zaman hiç geçmiyor burada. Oysa bir çırpıda beş bölüm dizi izlerdim, nasıl akşam olmuş fark etmezdim. Einstein haklıymış. Küçükken annem bir hikaye anlatırdı. Adamın biri gün çok çabuk geçiyor diye hayıflanırmış. Bilge biri kocaman bir tekerlek takmış demire, eline vermiş. Bu tekerleği döndürdükçe gün uzayacak demiş. Adamın aklına yatmamış ama almış başlamış ittirmeye. Teker ağır, büyük, ittirdikçe ağırlaşmış, ittirdikçe ağırlaşmış. Adam akşamı zor etmiş. Nasıl diye sorunca bilge, gerçekten günü uzattı demiş. O hesap benimkisi. Ah, gittikçe ağırlaşıyor mu bu duvarlar! Nefes alamıyorum.
Biraz uyusam, gözlerimi kapatıyorum karanlık, açıyorum yine karanlık. Farkı yok. Bir meditasyon tekniği okumuştum instagramda. Derin derin nefes aall. Nefes alamıyorum… Kaç saat oldu acaba? Hayret hiç acıkmadım! Sanki günlerdir ara öğünleri dört gözle bekleyen ben değilim. Diyetisyeni de az darlamadım doymuyorum diye. Ama haklıyım. İnsan yarım muzla doyar mı mümkün mü bu? Kahvaltıda kibrit kutusu kadar yağsız peynir. Yağsız peynir cinayettir be. 4 zeytin! 4 zeytin dişimin kovuğuna gitmez benim. Böyle sıcak ekmekle, zeytinyağına batıra batıra…
Galiba acıkmışım. Başka şeyler düşünmeliyim.
Dün Mualla’nın getirdiği o poğaçaları yemedim diye gurur duymuştum kendimle. Keşke yeseymişim. Çıkarsam bi daha diyet yaparsam! Nah şuraya yazıyorum, şu duvara. Duvara. Duvar.
Duvarları boyayacaktık daha. İçimden kahkahalarla gülmek geliyor. İyi ki boyamamışız. Boşa gidecekti. Bi de Umut asla boyacı çağırmaz. İlla kendi boyayacak. Sanki anlıyormuş gibi! Her yeri batırır. Yüzünü gözünü boyaması da cabası. Sanat eseri gibi saatlerce uğraşır. Geçen yıl bir de iki renk çıkardı başıma. Fıstık yeşili ile eflatun. Kızdım. “Bu ne böyle düğün salonu gibi” dedim. Bıyık altından gülümsedi, ses etmedi ama yaptı yine yapacağını. Bir gün eve bir geldim. Salonun duvarlar fıstık yeşiliyle eflatun. Bu neeee demişim. Gülerek “düğün salonu” demez mi! Sonra karşılıklı kahkaha atmıştık. Ya işte böyle. Bu duvarlarda kahkahalarımız yankılanırdı bizim hep.
İyice arabeske bağladım değil mi? Ne yapayım çeneme vurdu. Yalnızlıktan korkarım çünkü ben. Yani böyle bir yalnızlıktan. Derin, sessiz, karanlık… Acaba her yer mi yıkıldı? Yoksa sadece bizim apartman mı? Son hatırladığım salonda oturduğum. Birden yer ayağımın altından kaydı. Toz ve o uğultu. Umut neredesin? Sağ mısın? Yoksa sen de o çok sevdiğin ofisinin enkazı altında mısın? Değilsen yanı başımda bir yerde çaresizce bekliyor olmalısın. Bekle beni!
Ya ölsem ya çıksam. Ah bir çıksam, bir çıksam şu enkazdan. Çıkarsam öyle bir yaşayacağım ki!
Nasıl çıkacağım? Seslenmek istiyorum sesim çıkmıyor nedense. Ağzımı açıyorum sanki büyük bir boşluk sesimi yutuyor. Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda. Ahaha esprinin sırası mı şimdi. Gülüyor muyum? Yok sanırım ağlıyorum. Ne bileyim sesim çıkmayınca gülüyor muyum ağlıyor muyum anlaşılmıyor. Zaten hep böyle olurdu. Çok gülünce çok ağlayınca katılır kalırdım, sesim de çıkmazdı. Neyse vazgeçtim. Gülmenin de ağlamanın da anlamı yok şimdi. Neydi o dua. Anneannem küçükken okuturdu sürekli. Rabbi yessir vela tuassir… gerisini hatırlayamadım. Ama bu kadarı bile yetiyor. En sonunda “Ya Rabbim sen bizi kayır” derdi anneannem. Yani koru kolla… Rabbi yessir, vela tuassir…
Bugün dersim yoktu. Olsaydı okulda yakalanırdım depreme. Kolonları sağlamdı oranın. Kesin bir şey olmamıştır okula. Ama ben Aysun Hoca’ya yalvarmıştım, “Perşembe’ye ders koyma hocam” diye. İşte insanın başına ne gelirse dil belasından. Keşke bir şey demeseydim, müdür ders programlarını yaptığında, “kesin garezi var bana, her güne ders koymuş” diye sinirlenmeseydim, gidip Aysun Hoca’ya “Aslansın sen, kaplansın sen. Değiştirtirsin sen bu ders programını” diye dil dökmeseydim. Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra üşenmeyip yürüyüşe çıksaydım…
Dur, o ne? Bir ses mi duydum. Yoksa yine zihnim bana oyun mu oynuyor? İçim geçmiş biraz, sese mi uyandım acaba? İnsanın böyle bir durumda bile uyuyabilmesi Allah’ın verdiği müthiş bir uyum yeteneği olmalı.
Aman Allah’ım yine duydum! Beni bulmuş olmalılar! Avazım çıktığı kadar haykırmak istiyorum. Yok! Sesim beni terk etmiş. Elim kolum da sıkışmış olmalı. Oynatmayı başaramıyorum. Ama ses, o ses gittikçe yakınlaşıyor. Heyecandan bayılacağım şimdi.
Temiz hava. Ciğerlerime doldu. Başımı döndürdü. Nasıl bir mutluluk! Molozların arasından sıyrılıp bana kadar ulaştı. Artık rahatça duyuyorum sesleri. Çok heyecanlılar. Galiba bulduk dediklerini duyabiliyorum. Gözümün önünden Umut geçiyor, Mualla’nın poğaçaları, rahmetli annem. Anne? Birden sessizleştiler. Halbuki beni bulduklarını biliyorum. Çabucak çıkarsalar artık. Dayanacak gücüm kalmadı. Ah, işte son moloz parçasını da aldılar. Görebiliyorum şimdi. 30’larında kumral bir delikanlı. Ağlıyor galiba. Kıyamam, ağlama sen. Bak işte çıktım çok şükür, demek istedim ama diyemedim, ağzım itaat etmiyor bana nedense. Umut nerede acaba. Şimdi sedye getirip alırlar beni. Kumral çocuk bana baktı, arkasına dönüp “maalesef” dedi.
Nasıl yani? Hey, beni bırakmayın burada. Hah neyse sedyeyi getirdiler işte. Yavaşça kaldırdılar beni, incitmekten korkuyorlar sanki, hoop, sedyedeyim şimdi. Oh bu nasıl bir ferahlık! Aaa işte Umut da orada. Kolumu kaldırmak istiyorum, kalkmıyor. Umut da ağlıyor. Kurban olduğum.
Kumral çocuk şimdi Umut’un yanında. Sarılıyor ona. Ben sarılacaktım! “Ensesine kiriş düşmüş. Hemen vefat etmiş. Hiçbir şey hissetmemiştir.” N A S I L? Nasıl? Kim ölmüş? Kim? O ne? Yanlış tarafa, ambulans bu tarafta. Nereye götürüyorsunuz beni! Ben ölmüş müyüm? İçimden gülmek geliyor. Öldüğünü bile anlamayan ölü mü olur? İlahi kızım sen var yaa. Yıldızlar gökyüzünde göz kırpıyor. Bense son bir kez Umut’u ve gökyüzünü gördüğüm için mutluyum.