TÜM SOKAKLAR DENİZE AÇILIR
Öykü • TÜM SOKAKLAR DENİZE AÇILIR
TÜM SOKAKLAR DENİZE AÇILIR
Kahveye dönük turuncu saçlarına, ince uzun
parmaklarını geçirerek konuşuyor benimle. Göz göze gelemiyoruz bir türlü. Yer
yer kızaran yanaklarına doğru uzamış favorilerini çekiştiriyor. Açık
pencerenden esen yele, denizden gelen yosun kokusu karışıyor. Bir an sabit
öylece bakıyor gözlerimin içine ve çayından bir yudum alıyor. Uzun kaslı
bacaklarını, gerilmiş bedenini, acıyla sabitleşmiş gözlerini, süzgün yüzünü,
kıyım kıyım acılar içinde kasılmış yüreğini nasıl nasıl boşaltabilirdim bilmiyorum.
Karşımda an an ölüp, an an dirilen bir genç adam vardı. Turuncu saçları dalga
dalga koyu kahve gözlerine, samur kaşlarına dökülüyor uzun ince elleriyle
parmaklarını geçirerek geriye atıyor ama bu gerginlikten bir türlü
sıyrılamıyor. Şimdi akşam alacasına doğru sakin bir çarşaf gibi uzanmış,
denizin kızıl dalgalarına çeviriyor gözlerini… Sonra üzerine tül gibi dökülmüş buğu
buğu mor bulutlara bakıyor sanki… Gözlerimi deler gibi bakıyor. Elleriyle hızlı
hızlı saçlarını geriye atarak gözlerime bakarken, ıslık gibi acının her tonunu
yüklenmiş sesi aniden odaya coşkun bir nehir gibi akıyor…
“Hocam ben bu utançla yaşayamam, ben neye inanabilirim
kime inanabilirim bilmiyorum artık. Hocam ben kaybolup gitmek istiyorum.”
Sıkılı yumrukları gevşesin istiyordum. Acının tüm
kıvrımlarının gezindiği yeni yeni tüylenmeye başlayan yanaklarından aşağılara
yağmurlar yağsın işitiyordum. Ellerini dostça, kardeşçe tutup onu göğsüme
bastırarak, yaralarını sarmak, onu onarmak istiyordum. Ama kolay değil işte.
Hiç kolay değil.
Onu çarpık, dağınık bir odanın içinde tek başına
debelenirken bulmuştum. Koluna bağladığı ince bir lastik, yerlerde alüminyum folyeler…
Daracık kıvrıla kıvrıla dönen caddelerden, ışıl ışıl akan arabaların arasından
sıyrılarak geldiği bu karanlık sokakta, alabildiğine kapalı, soğuk, birbirine
yaslı evlerden sarı ölgün ışıklar akıyor. Duvar diplerinden yayılan küf kokusu,
yağmur sonrası nemli bungun bir havaya karışıyordu. Kapanmaya yüz tutmuş dükkânlardan
gelen sucuk, turşu, baharat kokuları denizden gelen nemli, tuzlu yosun kokusuna
akarken biliyordu oysa tüm sokaklar denize açılır.
Gürül gürül akan bir dünya vardı işte. Bedeni
serpilip büyümüş, delikanlı bir rüzgâr esiyordu damarlarında. Daracık yolların
sonunda, sıkışık binaların arasında adeta kaybolmuş bu apartman katında bir
Hüseyin vardı bir de denize bakan penceresinin tam önüne yeşil eprimiş
seccadesini sermiş anacığı.
…
Beyazlamış saçları, koyu yünlü başörtüsünün
kenarlarından ara ara kırış kırış olmuş yüzüne doğru akıyor, elleri istem dışı
titriyor. Bu eller yıllardır kimlerin kirini akıtmadı ki. Nemli, isli duman
duman kirlenmiş, ağır ekşi kokan kaç banyonun, tuvaletinin kirini akıtmadı ki.
Bu kırış kırış titreyen ellerle ne çok yer, duvar, cam sildi. Sonra yine onca
işten, yıpranmış yorgun bedenini dik tutarak terlemiş alnını sildi. Kanını
emercesine, söğüşlenmiş tüm gücüyle temizlediği derin kirlerin ardından
ellerini ısıtan helalinden paralar verdiler.
Taze soğan, beyaz peynir, yumurta, eski kaşar, biraz
sucuk alıp koşa koşa Hüseyin’ine geliyor. Mahallede havuç diye turuncu
saçlarına türküler yakılan Hüseyin. Darı dünyada tek sığınağı, tek dostu, yareni,
can parçası evladı. Gözüne göz, sözüne söz değmesinden korktuğu, yetim yüreğine
acılar değmesin diye üzerine titrediği Hüseyin.
Boyaları yer yer dökülmüş, çivit mavisi yıpranmış pencerenin
iki camını seher vakti sonuna kadar açıyor. Beyaz örtüsünü terli çenesinin tam
altına bağlıyor.
Denizin ufukla buluştuğu, buğu buğu duman maviliğini
yüklendiği anlar… Gecenin içinden yıldızların yanan aydınlığına, kızıla doğru
akan turunculuktan sonra ayın baş döndüren on dördüne aktığı zamanlar…
Çılgınlar gibi uçan, savrulan martıların kanatlarına… Denizin dibinde gezinen,
yüreklerinden vurulup yem olan balıkların pullarına… Cam önüne konan minik
serçelerin kanatlarına… Sonra, müezzinin Cuma akşamları okuduğu salanın, o
hüzünlü, yanık tınısına dualarını yüklediği anlar…
Hüseyin’e
kavuşmak için koşuyordu, akşamdan ısladığı kuru fasulyeyi ocağa koymak için
koşuyordu. Analık böyleydi işte. Yorgunluk bilmeyen atlar gibi coşkun bir sevgi
seli damarlarını çatlatır, o yine de yorulmak bilmezdi. Arabaların arasından,
ışıl ışıl caddelerden sıyrılıp akarken, terinin soğuyarak sırtına yapışan buz
gibi dokunuşu, her akşam aynı mekânlardan adeta yel gibi akarken hiçbir şeyi
farketmemesi, insanlara çarpa çarpa kalabalığı yara yara Hüseyin’e gitmesi…
Işıltılarla akan arabaların arasından sıyrılıp kırmızı, yeşil, sarı lambalardan
sonra nerede, ne zaman duracağını bilememesi… Ayaklarının hep tökezlemesi,
dizlerinin dermanının kesilmesi. Şimdi bir an önce, mavi pencerenin önünde,
yosun kokusunu ciğerlerine çekerek, yeşil yıpranmış seccadesine kapanması
gerekiyor.
Hüseyin’i buluyor sonra… Dehşetten donmuş halde
gözlerinden istemsiz akan yaşlarla, çırpınan bedenini duvardan duvara çaparken
rastlıyor oğluna. Dağınık odada, sarı solgun ışıklar altında. Nem ve küf kokan yeşil
duvarların dibinde her gün temizlediği, ellerini, yüreğini kanattığı, dualarla
yıkadığı sidik ve kusmuk kokan Hüseyin’in kirli elbiselerine, sertleşmiş kıvır
kıvır saçlarına dokunuyor. Birden bildiği duaları okumaya başlıyor. Elham’ı
okuyor topladığı her bir elbiseye. Kesikbaşlara, hırçın bakan gözlere, şeytan
boynuzlarına, iskeletlere devamlı okuyor…
Derin solumalarla ağlıyor, nefesi kesilecek gibi
oluyor, gece yarılarına kadar gözleri kan çanağı hep ağlıyor. Yüreğinde iflah
olmaz derin yanmalarla haykırıyor sonra. Kızaran gözleri görmez oluyor, inatçı
asil yüzü kızarıyor, yanıyor. Tümden beyazlayan saçlarına namaz örtüsünü
atıyor. Gözlerinden akan yaşlar burnundan boşalan sulara karışırken sessizce
yalvarıyor gecenin karanlığına.
“Bırakmayacağım size Hüseyin’imi bırakmayacağım…
Bırakmayacağım size gül kokulu yavrumu…
Allahım…. Allahım… Ey Kahhar olan Rabbim tüm şerleri
kahreyle…
…
Hocam seni buldum ben. Bilmiyorum nasıl buldum, sabahlara
kadar dua ederdim, bir sabah siz çıktınız karşımıza. Oğlum kriz geçiriyordu.
Artık bitsin istiyordum hocam, oğlumu istiyordum. Bu belaya nasıl bulaştı
bilmiyorum. Köye gitmiştik yazın, amcasının oğluyla eski kaleyi bir gün gezmeye
gittiler. O gün ne oldu bilmiyorum hocam, Hüseyin’im o günden sonra başka
hallere büründü. Kaç kez ipini kestim boynundan, hastanelere yetiştirdim. Kaç
kez avuç dolusu haplar içti. Size hangi birini diyeyim. Çocuğum altın gibidir
hocam. Lise sınavlarına hazırlanıyordu. Bizler göçmeniz hocam, babası
öğretmendi Hüseynimin. Kaybettik kalp krizinden. Kocamustafapaşa’ya sığındık
baba evimize. Sokak dar, hele yaz geldi mi nemden, sıcaktan zor nefes alınır
ama işte denizi görüyorum ya bu bana yetiyor. Çocuğumu kaç gece yarısı Taksim’in
arka sokaklarında bulup getirdim. Ah hocam benim kimsem yok, yok kimsem. Ama Allah’ım
var hocam, ben ona dua ederim. Bırakmam Hüseynimi bırakmam kimselerin eline.
Kurbanın olam hocam kurtar yavrumu. Kurbanın olam…
…
Bulutlar dağılıyor, sesler diniyor, fırtına öncesi
derin biz sessizlik. Arka odalardan çocuklardan birisi derin derin ney üflüyor.
Pencereyi açıyorum. Hüseyin’in terli yüzü ürperiyor. Dalgalı, havuç turuncusu
saçları dağılıyor. Hüseyin dağılıyor. Kahve gözlerinin rengi açılıyor, yüzünde
bir tedirgin tebessüm. Yüzüme bakmadan ayaklarının ucuna bakarak konuşuyor.
Hocam işte o olaydan sonra en çok en çok sevdiğimin
yüzüne bakamadım. Yani hocam sevdiğim dedimse öyle uzaktan, gizli gizli sevdiğim.
Biliyorum Zeynep de bana yanıktı. Evlenebileceğim kız diyordum içimden… Ama
diyemedim… Hocam olmadı işte. Olmadı, konuşamadım, bir daha Zeynep’in yüzüne
bakamadım…
…
Ben Hüseyin, şimdi içimde düğüm düğüm birikmiş tüm
acılar bir bir çözülüyor gibi. Yüreğime abanan yüklerden kurtulur, tüm ağrılardan
ayan olur gibi hocamın arkasından yürüyorum. Hangi Seminerde nerede karşılaştık
bilmiyorum. Zaman durmuştu. Hocam karşımdaydı. Hüseyin diye seslendikçe içime
doğru serin ırmaklar akıyordu. O zaman dipsiz kara gecelerin koynundan, nemli
dağınık kokan odalardan sıyrılıp, o karanlık, ışıltılı dar sokakların bohem yalnızlığından
sıyrılıp, hocamın odasına gelmek, pencere önünde taze gelen baharla coşan
nergisleri koklamak istiyordum. Mor ve beyaz nergislere elim değiyor, sonra
elim yüreğime değiyor, yaralarım kanıyor bir seda, bedenime doğru arıtan bir
ahenkle durmaksızın akıyordu. Arka odalardan gelen ney sesi, hocamın güven
veren kendinden emin umut telkin eden sesinin tınısına doğru akıyordu… Kara,
derin gözlerinde bulduğum ışık, geceleri anamın denize bakan penceresinden
bulduğum ay ışığı gibi gönlüme düşüyor, içim ferahlıyordu. Hasret kaldığım baba
şefkatini yüklenmiş gözlerine, yüreğine dualarım, acılarım ulaşsın istiyordum…
Yaralarım kabuk bağlasa da Zeynep’e bakacak yüzüm
olmasa da bir gün kalkacağım ayağa biliyorum. Biliyorum anam her seher vakti
yalvardığında bağlanıyor şeytanlar bir bir. Denize dökülen gözyaşları gibi
umman bir sevda var anamın yüreğinde, yavrum derken sanki ciğerleri parçalanır
gibi oluyor, anlıyorum. Yaslıyorum başımı anamın gam yüklü göğsüne. O zaman gürül gürül akan dualarına âmin diyen
nice seslenişler duyar gibi oluyor. O zaman lacivert göğün en yükseğinde yanan yıldızları
avuçluyorum sanki. Ay ellerime dökülüyor, samanyolundan sıyrılıp aydınlık
baharlar gibi.
Sonra anacığım diyorum, anacığım. Sen dualarını
susturma ne olur. Bak yollar açıyor Rabbim. Kahpe, it sürüleri olsa da bu hayatta,
hocam gibi sağlam duru ırmaklar gibi akacağım nehirler, tutunacağım nice
umutlar var biliyorum.
…
Nemli bir İstanbul sabahı, uzaklarda gün ışıyordu. Hüseyin’i
gördüm sonra, çivit mavisi camın dibinde yeşil seccadeye kapanmış ağlıyordu.
Tam da annesinin secde izine alnını yaslamış, yaralı yüreğine merhem olsun diye
dualarına sığınmış, bir nehir akıyordu göğsünden. Denizin ufukla buluştu o
yerde, martılar havalanıyordu çığlık çığlığa, buğu buğu bir grilik ağaran günün
aydınlığına bırakıyordu kendini. Sonra tülden bir örtü gibi inen kızıllıkta akan
gemiler kayboluyor, güneş sapsarı bir tepsi gibi yeni güne doğuyordu… Hüseyin’in
kan çanağı gözleri akıyor. Yüreği gümbür gümbür atıyor, kesilen damarları,
yarılan göğsü, çatlayan elleri, sızlayan dizleri, ısırdığı dudakları teslim
oluyordu. Hüseyin teslim oluyordu.
Yan odada Hüseyin’in anası, avuçlarına yıldızlar dökülürken
gecenin karanlığında, oğluna temiz beyaz çarşaflar seriyor, dolabına naftalin
kokan pamuklu yeni giysiler koyuyor, sonuna kadar açık pencereden gelen yele
yanan bağrını açıyor, Ya Fettah Ya Fettah
diye yakarıyor, yanıyor, dönüyor, kavruluyor içi, eriyor, yavrusunu arıyordu
karanlık sokaklarda.
Diğer odada ise açık pencerenin önünde, yıpranmış Kâbe
desenli yeşil seccadeye kapanmış, bir cenin gibi kıvrılan Hüseyin bilmiyordu
anasının beklediğini. O, şimdi onu bekleyen kapının önündeydi. Hocasının tekrar et dediği duaları cenin
pozisyonunu bozmadan, elleri dizlerinin arasında düğümlü, başı karnına gömülmüş
tekrar ediyordu durmaksızın: Rabbişrahli
sadri ve yesirli emri…Rabbişrahli sadri ve yesirli emri… Rabbişrahli sadri ve
yesirli emri…