Kültür - Sanat

TABULA RASA

Öykü • TABULA RASA

TABULA RASA

Çocuk doğdu. Ağlamayı öğrendi. Tabula Rasa’nın ilk satırına gözyaşı değdi.

Eller üzerinde “dikkat kırılır” yazan bir koli gibi gezdirildi. Yedi yirmi dört yanında
bekleyen mesai arkadaşlarına alıştı kısa bir sürede ama üzerine eğilen devasa kafalarından,
gölgelerinden korktu bir şeye benzetemeyince. Korktuğunu gören dev kafalar bu defa abidik
gubidik hareketler yapmaya başladılar. Gözlerini kapatıp açıyorlar, dudaklarını yanaklarına
doğru yükseltip koca koca dişlerini gösteriyorlar, nefeslerini çocuğun yüzüne doğru
veriyorlardı. Çocuk gülmeyi öğrendi.

Çocuk güldüğü zaman anlamsız hareketler yapmayı bıraktılar, çocuğun ‘gözünde yaş
görseler’ tekrar aynı piyesi oynattılar. Böylece iki mübahtan bir yanlış sentezlemeyi öğrendi
çocuk: Bir ağlayıp bir gülerek mesai arkadaşlarının meddahı ilan etti kendini, bu absürt
oyunun kuklalarını perde arkasından yönetti. Fakat bir süre sonra zeki planı artık deşifre
edilmişti; bir ihtiyacı olsa, dövünse, bağırsa, çağırsa da yüzlerini dönüp bakmıyorlardı. Çocuk
acıyı hissetti; bir dilim hüzün, bir dilim de kibir arasına acıyı sürüp bu hastalıklı tarifi Tabula
Rasa’ya kaydetti, yarısı kepekli yarısı beyaz ekmekten bir tost gibi.

Böyle böyle büyümeye devam etti çocuk. Konuşmayı, yürümeyi, ıvırı zıvırı, “cici”yi,
“cıs”ı öğrendi. Önüne boğuk boğuk sesler çıkaran tüylü tüylü bir şey getirdiler, ismine de kedi
dediler. “Sev” dediler, “cici” dediler. Ciciyi biliyordu şimdi ama nasıl seveceğini kestiremedi,
Tabula Rasa’da da kayda değer bir bilgi bulamadı. “Canım sen de…” dediler. Elini tuttular,
kedinin başı üzerine değdirip ileri geri gezdirdiler. Böylece mesai arkadaşlarının “sev” emrini
verdikleri her canlıda tüye benzer bir şeyler bulup elini atmayı, ileri geri gezdirmeyi belledi
çocuk. Alkışladılar, demek akıllı bir öğrenciydi. ‘Dokunma ki yaşasın’ı, serçe parmağı
sakatlanan Mehmet’i henüz duymamıştı neticede; sevmeyi de ne Hâşim’den ne de gülgûn
piyâle’den öğrenmek düşmemişti nasibine. Gün oldu, harman oldu, bağa bahçeye çıkardılar,
yeşil yaprakları değil de aralardaki rengârenk süsleri gösterdiler, “çiçek” dediler. Kimi mavi,
kimi siyah, kimi kırmızı bu mucizeler, kafalarını hep bir tarafa eğmiş, etraflarında sıralı beş
altı yaprağı yerçekimine inat eder gibi gökyüzüne sermişlerdi. Tahmin ettiği gibi “sev”
dediler, “cici” dediler. Fakat çocuğun her zamanki kaygısız tavırlarıyla elini çiçeğin ortasına
atıp ileri geri gezdirmeye başlaması ve mesai arkadaşlarının gülüşlerindeki alaycı tınıyı fark
etmesi bir oldu; gururuna yediremedi bu duyguyu, kanı çekilmiş gibi bir utançla kalakaldı.
Bunu fark eden veya etmeyen mesai arkadaşları -gerçi onlara aile demeyi öğreneli epey
olmuştu ama çoluk çocuk muydu sanki, mesai arkadaşı deyince daha bir yüce hissediyordu
kendisini- çiçeği koparıp eline tutuşturdular. Şaşırdı, demek böyle sevilirdi ama bu işte bir bit
yeniği de sezdi. Nitekim günün birinde “kuş” dedikleri cıvıl cıvıl sesler çıkaran renkli bir
yumak getirdiler de çocuğun aklına hemen Tabula Rasa’daki çiçek meselesi geldi. Epey bir
tutarsız görünüyordu bu iş ya, altı üstü yüzde elli şansını pis bir gülümseme takınarak sürdü
masaya. Kaşla göz arasında kuşun başını tutup şöyle hafif bir manevrayla çekmeye davrandı
ama yangından mal kaçırır gibi kuşu elinden kaptılar, seslerini de kızgınlıklarına boyayıp
“cici” diye konuyu yalandan tatlıya bağladılar. Çocuk hepten şaşırdı bu cici meselesine,
küçümser tavırlara da ciddi ciddi öfkelendi tabi ama en son ıhlamurlar çiçek açana kadar bir
daha bunun üzerine kafa yormama kararı verdi.

* * *

Yıllar esti, gürledi, her biri farklı renkte bir kalem gibi, Tabula Rasa’yı kendi renginde
hunharca karaladı gitti. Çocuk da büyümüş, serpilmişti hatta kır eşek yaşını bitireli de bilmem
kaç sene geçmişti. Nasıl olduysa evden işe, işten eve gittiği günlerin birinde yolda başına bir
saksı düştü de o “çiçek-cici” meselesini anımsadı. Sahi, yıllardır bunu nasıl olup da
hatırlayamamıştı ‘Sen ve İstanbul’daki ‘ıhlamurlar çiçek açtığı zaman demiştim/demese
miydim’ satırlarını okurken dahi? Gerçi düşününce sevgi ile ilgili bir düzine nutuk
sıralayabilirdi ama seviyorum, dediği kimsenin başını tutup çekmediğini biliyordu yahut
başları üzerinde elini ileri geri gezdirmediğini, gezdiremediğini… Bu telaşla sorunun peşi sıra
koştu, cevabı aradı durdu. Tabula Rasa’yı (ah, artık Tabula Inscripta da denilebilirdi ona)
baştan sona okudu. Kimi yazılar birbiri üstüne girmiş, altındakini okunmaz tabip yazısı
eylemişti. Renklerine göre analiz etti cümleleri, içinden hayatının film şeridini çıkarıp
dikkatle seyretti, ‘fly Pan-Am, drink Coca-Cola’ reklamlarını geçmek için aralarda altı saniye
bekledi ama ne fayda! Orhun kitabelerini daha kolay çözebileceğinden yakınırken sıkıntıyla
şöyle Tabula Rasa’yı kaldırıp altına bir göz gezdirdi de şaşkınlıktan küçük dilini ve hatta
büyük dilini yuttu. Sonra güldü haline, dillerini yutmak bir işine yaramazdı neticede. Tekrar
kustu dillerini, konuşabilecek hale gelince Tabula Rasa’nın altında ne bulduysa ceplerine
doldurdu. Cepleri doldu ama Tabula Rasa’nın altındakiler bitmiyor, sanki çoğalıyordu. Bu
defa göğüs kafesini kırmayı akıl etti, sonuçta epey bir genişti içerisi. Tabula Rasa’nın
altındakiler buraya sığdı nihayet. Tamam artık, herhalde hazırım, dedi. Sorunun cevabının
kuyruğunu görmüş gibi oldu. Yakalayayım, diye elini attı ancak sorunun cevabı, hayatın içine
karıştı. ‘Hep Aynı Hikâye’nin içinde bir yolculukta gibiydi yani bir yoldaydı hayattan içeri.
Canım şimdi herkesin bir yolu vardı ama yok, bir şartı vardı bu yolun. Canım şimdi her yolun
bir şartı vardı ama yok, bu şart başkaydı, kalplerini saça saça gitmeliydi bu yolda. Yok,
kalbinin parçaları ya da başka bir şey değil yahu, kalpleri. Yeryüzünde kaç canlı varsa o kadar
kalbi varmış gibi yani, o hesap. Hani Tabula Rasa’nın altından çıkan bir dünya hazine…
Tabula Rasa’nın altından çeyizlik, yatak, döşek çıkacak değildi ya!

İnatlaştı madem, dağ keçisi gibi kaçan şu soru çengeline asılı cevabı kim tutup çekecekti.
Sadri Alışık’ın ‘Gönlübol Arif’i kadar diğerkâm, ‘Turist Ömer’i kadar savurgan bir elle göğüs
kafesinin içine daldı -boğazından giremezdi tabi ki, hani kırmıştı ya on iki kaburga kemiğini,
oradan gönlüne bir yol açılmamış mıydı sanki, hah işte öylece topladı az evvel içeriye
yerleştirdiklerini- kalplerini avuç avuç aldı, gördüğü her canlı zerreye bıraktı. Yoluna çıkan
yüce dağlardan da korkmuyor, daha doğrusu korkmamak için ayaklarını cesaret leğenine
batırıyor ama çıkarken kurulamıyor, sonra kimse görmesin yerlere ıslak ıslak bastığını diye
hızla dağa tırmanıyordu. “Ya Bismillah”ı unutmuyordu, Allahu Ekber dağlarına “Allahu
Ekber” diyerek çıkan bir dağcı gibi. İlerledikçe yol daha dik, tırmanmak daha güç hale
geliyordu yine de korku yahut yorgunluğa beyin ameliyatında örgü ören bir hasta kadar
duyarsız hissediyordu. Tabi ara sıra aklı karışıyordu bahar sarı halılar serince yerlere, kargalar
nöbet geçirir gibi ansızın ötünce, otuz üç şehir öteye göçerken kör kurşuna denk gelmiş
turnaların kanıyla akşam ufukta beldeler eylerken iştial, hangi ayağını hangi taşa koyduğunu
unutuyor, yolları birbirine dolaştırıyordu. Mesela işe giderken yönleri karıştırıyordu, bina
kuzeyde miydi güneyde miydi derken az daha dağdan aşağı düşüyordu. Yolda biri adres sorsa
tutup dağın zirvesini tarif ediyor, gişelerde bilet yerine dalgınlıkla kalp uzatmaya çalışıyor,
sonra özür dileyip, turistim ben, diyerek gülünç halini örtbas etmeye kalkıyor, bir de
parmaklarını alnının ortasından aşağı sarkıtıp serseri bir selam vererek kaçıyordu. Merhametin
gölgesine sığındığı uykularda üzerine şefkatli bir elin zulmeti örtüp gittiğini uyanınca fark
ediyor, gözünü bu karanlığa açınca dört elle tutunacak bir dal arıyor, tırmandığı dağda kök
salmış ağaçlara yaslanarak kendini kurtarabiliyordu. Denizde bülbül ötse ya da gül dalına
martı konsa ya da beyaz kelebekler ve kahverengi güveler sürüyle ruhuna baskın yapsa
kelebek etkisi veya güve etkisi veya bülbül etkisi veya martı etkisiyle nabzı üç beş katına
çıkıyor, elini atıp göğsünü yaracağını sanıyor ancak göğsüne indirdiği yumrukla öksürüklere
boğulup kalıyordu. Hâsılı, iki ayrı davada iki hâkimi dinleyip iki eliyle iki farklı kararı yazan
bir kâtip gibiydi, alışana kadar hayatını ve yolunu böyle böyle idare etti. Nihayet dağın
zirvesine ulaştı da burada yalnız oturan üç yapraklı yoncaya rastladı. Ne iş olduğunu anlamadı
yoncanın ancak ‘Bozdünya’nın ağzında zeytin yaprağı, ayağı çamur içindeki güvercinini
anımsatan, taşa toprağa gömülü olduğu halde başına esen soğuk yellere yapraklarını emanet
etmiş ve renginden de ödün vermemiş bu aziz bitkiye kalan son kalbini bıraktı. Artık
kalplerinin tükendiğini, yürümeye devam edecek takatinin de kalmadığını anladı. “Bittim,
tükendim.” dedi. Orada öylece taş kesildi.

Hayali kırıldı, boğazına iki düğüm attı.

* * *

Üç yaprağından başka bir serveti olmayan üç yapraklı yonca dayanamadı, karşısında
heykel gibi dikilen adama kendisinden beklenmeyecek bir öfkeyle bağırdı;

“Bir yaprağım daha olsa buraya kameralarla gelirlerdi!”

Biraz bekledikten sonra ekledi;

Hep bu anı bekliyordum, idare et. Al şu kalbi de ajitasyonu bırak.”

Üç yapraklı yoncanın uzattığı kalp, gelirken bıraktığı tüm kalplerden ve dahi tüm o kalpleri
birleştirse ortaya çıkacak bir dev kalpten çok daha büyük ve aziz, içinde bir ülke kuracak
kadar hudutsuz ve gemsiz, yavaşça sahil kumuna dokunan köpükler kadar narin ve sessiz,
masum hevesli yeni gelinlerin duvağı kadar beyaz ve temizdi. İnadı bıraktı, kalbi alıp zirveye
oturdu üç yapraklı yoncanın yanına. Yol boyu sırtında yükten başka bir şey olmayan Tabula
Rasa, şu sessizlikte birer sigara yakma fikrini fısıldıyordu kulağına. Başını çevirdi üç yapraklı
yoncaya, o da bir semâî mırıldanıyordu yapraklarının hışırtısıyla.

Ne duruyordu sanki, Tabula Rasa’yı zirveden aşağı fırlattı tuttuğu gibi, rüzgârın
hırçınlığında gözlerden kayboluşunu kayıtsızca seyretti.

Hayattan içeri yolda yürümek, artık sırtına buzdolabı yüklenip sekiz kat merdiven
çıkmaktan daha kolay hâle gelecekti.

Kaynak

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu