Kültür - Sanat

Suya serpilen gizem: Ebru

Her şeyin sudan yaratıldığı bir dünyada suyun, insanoğlunun yaşamında çok önemli bir konumu vardır. “Su hayattır!” sözü suyun önemini ne güzel özetlemektedir. Su, öyle mucizevi bir hayat kaynağıdır ki medeniyet unsuru haline gelerek insanlığa hayat vermiştir. Pek çok medeniyet Dicle, Fırat, Nil nehirleri gibi su kenarlarında kurulmuştur. Bununla birlikte suyun taşınması ve kullanılması ile ilgili Mimar Sinan’ın Anadolu’dan Balkanlar’a kadar geniş bir coğrafyada inşa ettiği su kemerleri, hamamlar, çeşmeler ve sebiller muazzam yapılar olarak çağlara meydan okumuşlardır.

Su, edebiyat, sanat ve musikinin de ilham kaynağı olmuştur. Bu ilham, kasidelerden dökülen şelâle, çeşme ve sebillere işlenen ahenk, sanatın gönülden damlayan renkleriyle suya serpilen gizem; Ebru olmuştur.

Ebrunun menşe’ini, yapılış tekniğini, çeşitlerini, ilk örneklerini, uygulama alanlarını, eski ve yeni ebru üstatlarını iyi tetkik etmek gerekir. Bu noktada bize düşen vazife, gönül dünyamızı tenvir eden nadide sanatlarımızın ve sanatkârlarımızın güzelliklerini gelecek nesillere aktarmaktır.

Suyun renklerle raksı

Ebru sanatı, rengarenk gizemiyle suyun yüzeyine zahiri güzelliği yansıtan ve icrasından hızlı netice alınan bir sanattır. Gelenekli Türk kitap sanatı olan ebru sanatı, günümüzde tüm dünyada neşv ü nemâ bulmuştur.

Ebr, Farsça olup bulut anlamına gelir. Örneğin, “Ebr-i bahar, ebri nevbahar, ebri nisan” şeklinde kullanımları vardır. “Afakı gezsün ağlayarak ebr-i nev-bahar” (Baki, XVI. yy.) Ebri, bulutla ilgili, buluta ait demektir. Bu sanatın, bulutumsu motifler taşıması isim ile içerik arasındaki bağlantıyı kurmamızda bize fikir vermektedir.

Ebru kelimesi Çağatay Türkçesi’nde Ebre’ye dayanmaktadır. Ebre, hâre gibi çok renkli, damarlı manasındadır.

Ebru sözlükte, “kitap ve defter kaplarında, levhalarda kullanılmak üzere bu tarzda desenli duruma getirilmiş bulut gibi hâreli ve damarlı şekillerle süslenmiş kâğıt” şeklinde tanımlanır. Bir başka kaynakta “kitreli su üzerine serpilen boyalarla bezenmiş kâğıt ve bunu hazırlama sanatı” şeklinde tarif edilir. Türk sanatı tarihçilerinden Celal Esad Arseven ise çok kısa ve net bir tarif getirmiştir ebruya: “Kitapla cilt arasına yapıştırılan renkli, çiçekli kâğıda Ebrû denir.”

Ebrûnun İngilizcede karşılığı; Turkish Marbling, Fransızcada Papier Marbre, Almancada Bunt Papier’dir. Bunun yanı sıra Batı’da genel olarak kullanılan terim Türk kâğıdı olmuştur. Renklerin mükemmeliyetçi bir hayal ile su yüzeyine serpilmesi insanları her seferinde büyüleyen bir sır perdesi olmuştur ki Özbek şeyhi merhum Edhem Efendi, “Ebru sihir gibidir” demektedir. Bu yaklaşım, insanların ebru sanatına getirdikleri tariflerde de etkili olmuştur. Mesela, ebru ustalarından Hikmet Barutçugil hocanın öncülüğünde 2000 yılında hazırlanan ‘Suyun Renklerle Dansı: Ebrû Yazıları’ isimli kitapta, bu sanata atfen yapılan tarifler çok ilgi çekici. Kitabın giriş kısmında şöyle deniliyor: “Şehrin kimliğini müşahhaslaştıran mefhumlardan biri de sanattır. Sanatın her bir dalı şehrin kimliğine atılmış bir imzadır. Ebru da suya atılan bir medeniyet imzasıdır.” Gerçekten de medeniyet zenginliğimizin en müşahhas örneklerinden olan Ebru sanatı ahenk ve zarafette ulaştığımız noktayı gösterir. Sadece ebru da değil; hat, minyatür, tezhip, cilt, çini, seramik gibi aklımıza gelen pek çok sanat dalında da çağa altın imzalar attığımız muhakkaktır.

Bir başka tarifte, “Türk sanat dehâsının, Asya içlerinden akıp asırların yol imbiğinden geçirerek Boğaz’ın ve Marmara’nın sularına, güneş ve ay ışığından kılıçlar gibi düşürdüğü bir kimya saadetidir” denilir. Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu hanımefendi, “Nakş-ı Ber-Âb” isimli yazısında, “Ebru, su üzerine naks atmanın sırrı. Kendi gibi tarihçesi de suya yazılmış olmalı ki adı, menşei tam olarak çözülmüyor” tespitinde bulunur.

Ayşe Şasa hanımefendi de ebru heyecanını Şeyh Galip in şu dizeleri ile açığa çıkarmış:

“Gayret dedi Aşk’a yakma cânın

Bu âteşidir o kimyanın

Mânend-i ukaab eyle pervaz

Ol pûta-i imtihanda mümtaz

Sanma bu kapıdan gelirsin

Âteşte gider sudan gelirsin”

Kelamı sıcak yazarlarımızdan Senai Demirci beyefendi bakın nasıl etkilenmiş ebrûnun gizeminden: “Aşk denizi, gül bahçesi, renk fırtınası… Aşk seması… Işık ve bakış su üzerinde buluşuyor. Renk ve ahenk suya koşuyor. Renk kalbin derûnuna damlıyor. Su coşuyor, aşk oluyor, ateş oluyor, alev alıyor… Rahmet su yüzüne çıkıyor… Celâl ve Cemâl dalga dalga nöbetleşiyor.”

Ebru sanatının menşei ve Osmanlı’ya gelişi

Ebru sanatının tarihî gelişimine geçmeden evvel bu sanatın ortaya çıkış öyküsüyle ilgili bir hâtırayı aktarmak istiyorum. Yıllar evvel bir vesileyle Hattat Emin Barin hocanın talebesi olan ve onun teşvikiyle bu sanatla tanışan Hikmet Barutçugil hoca ile bir radyo kanalında yaptığım söyleşi de kendisine, “Hocam bu ebru sanatı nasıl keşfedilmiş olabilir?” şeklinde bir soru yöneltmiştim. Verdiği cevabın elbette bilimsel bir dayanağı yoktu ama kendisi de bunların hayal, hulya olduğunu söylese de son derece akla yatkındı:

“Efendim, ben zaman zaman bu sanat insanların kalbine nasıl ilham oldu diye çok hayal kurarım. Şöyle ki ebrûda kullanılan bir madde vardır; öd. Bu madde, boyaların suda açılmasını sağlayan bir madde. Bu öd maddesini çok uzun seneler düşündüm. Çünkü büyük icatlar hep tesadüfler sonucu bulunmuştur. Mesela çölde sodayla çamaşır yıkayan bir kadın camı bulmuş. Çünkü kum, silisyum, soda ve ateş bir araya gelince cam oluyor. İşte, ‘bu öd nerden kullanılmaya başladı’ diye düşünürken geçenlerde öğrendim ki koyun ödü peynir mayası olarak kullanılıyormuş. Demek ki günlük hayatın içine girdi bu. Bu bilgiyi öğrendikten sonra iş değişti ve farklı bir hayal kurmaya başladım. ‘Bir Türkmen hanımı peynir mayalarken kazara öd eline dökülüyor (o zaman tabi sabun deterjan yok), oradan toprakla elini ovuşturuyor. Derenin kenarında elini yıkarken damlayan boyanın suda açıldığını görüyor. Belki bir yaprağı alıp suyun üzerine değdirdi ve yaprağın üzerine renklerin geçtiğini gördü, onu daha sonra kâğıda denedi vs.”

Ebru hakkında Türkçe kaleme alınmış bilinen en eski eser, 1615’ten sonra yazılan “Tertib-i Risale-i Ebri” adlı yazma kitaptır. Günümüzde bilinen ebru tarzındaki eserler ilk kez Orta Asya-Osmanlı coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Ebrûnun tarihi ile ilgili olarak sayın Uğur Derman, tarihi kestirilebilen en eski ebru olarak, üzerinde Mâlikî Deylemî’ye ait bir kıt’anın bulunduğu ve Gürcistan’da yazılmış olan 1554 tarihli bir ebrûyu gösterir. Bu ebrû, ‘hafif ebrû’ tarzı ile yapılmıştır. Bu tarzda belli bir ustalık süreci gerektirdiği için, ebru tarihinin çok daha eskilere dayandığı düşünülmektedir. Ebrûnun nerede ve ne zaman başladığı ke sin olarak bilinmemekle birlikte, 7. asırdan itibaren Çin’de, 12. asırdan itibaren de Japonya’da teknik yönden ebruya benzer bazı çalışmaların varlığı bize bu sanatın menşei hakkında ipucu vermektedir.

Sonraki asırlarda Türkistan’da ‘Ebre’ adıyla ortaya çıkan bu sanat 16. asır başlarında İpek Yolu vasıtasıyla İran’a girmiş ve burada da ‘Ebri’ olarak anılmaya başlamıştır. Kimi araştırmacılara göre de İran’da anılan adı âbrû’dur. Âb, su; Rû da yüz olduğuna göre karşımıza bu sanatı özetleyen ‘Su Yüzü’ kelimesi çıkar. Türkler 8. asırda kâğıt yapmasını öğrenmişler; Semerkand ve Buhara gibi merkezlerde kâğıt fabrikaları tesis etmişlerdir. Kısa bir süre sonra da kâğıt süsleme sanatlarında önemli başarılar göstermişlerdir. Ebru sanatının başlangıcının da bu yıllar olduğunu söylemek sadece bir varsayımdan öteye gitmeyecektir. Bazı rivayetlere göre de 16. asır ortalarında Mîr Muhammed Tâhir tarafından Hindistan’da icra edilmeye başlanmış, sonra İran’a ve ardından İstanbul’a kadar yayılmıştır. Osmanlı’daki ilk yapılış tarihi ile ilgili elimizde kesin belgeler yoktur ancak 1582 yılında İstanbul’da padişah tarafından yapılan bir düğün merasiminde 148 meslek grubu içinde ‘kâğıt boyacıları’ olarak anılan esnafın bu işle ilgilenmiş olabileceği varsayılır. Görüldüğü üzere bu sanatın başlangıç tarihiyle ilgili ittifak edilen net bir görüş yoktur. Genelde ittifak edilen nokta, ebrûnun yayılma coğrafyasıdır.

Ebru sanatı, matbaanın Osmanlı’ya gelmesiyle birlikte tıpkı hat sanatımızda yaşanan olumsuz gelişme gibi ‘baskı ebrûları’nın piyasaya çıkmasıyla neredeyse kaybolma derecesine gelmiştir. Necmettin Okyay ve onun öğrencileri sayesinde günümüze kadar ulaşmış olup son dönemde meydana gelen canlanma da hissedilebilecek düzeydedir.

Avrupa’da Ebru

Bu sanat, İstanbul’a gelen Batılı seyyahlar vasıtasıyla ilk defa Avrupa’ya bilgi olarak götürülmüştür. 1608’de bir İngiliz seyyahının seyahatnamesinde şöyle bahsedilmektedir ebrû sanatından: “Türklerin bizim bilmediğimiz bir sanatları var. Boya ile yağı karıştırıyorlar. Onu sonra bir suyun üstünde yüzdürüyorlar ve bir hile ile kâğıda alıyorlar.” Bu bilgi, ebrû sanatı hakkında batıya giden ilk bilgi olma özelliğindedir.

Venedik ve Cenevizliler tarafından Avrupa’ya taşınan ebrû kâğıdı kısa zamanda tüm Avrupa’da teveccüh görmüştür. Avrupa saraylarında soylular, krallar, prensesler arasında gidip gelen bir hediye metaı haline gelmiştir 17. asırda İtalya kralı, bir aileyi bu sanatı inceliklerini öğrenmek amacıyla İstanbul’a gönderir. Sonra İtalya, Türk kâğıdının ithalatını keserek kendi ülkelerinde üretmeye başlar. Bu gelenek hâlâ İtalya’da devam ediyor. Kısa bir süre sonra Fransa, İngiltere, Almanya, İspanya ve 1600’lerin sonlarına doğru Amerika’ya geçer. Ne acıdır ki bugün orda bu sanatı yaşayanların sayısı bizdekilerden daha fazladır. Hatta Batı Avrupa’da ebrû malzemesi satan dükkânlar vardır. Biz de en az Avrupalılar kadar bu gelenekli sanatımıza sahip çıkmalı ve bu konuda teşvik edici yayınlar neşretmeliyiz.

İlk örnekleri ve dünden bugüne kullanım alanları

Kimi kaynaklarda en eski ebru örneklerinin 11. asra kadar gittiği yazmaktadır. Ancak bu konuda da kesin bir belge bulunmamaktadır. Kültür Bakanlığı’nın Türkiye Yazmaları’ndan aldığım bazı görüntüler ebrûnun, yazmaların cilt kapaklarında kullanıldığını belgelemektedir.

Örnekler ilk dönem Osmanlı ebrûsunda bulutumsu, kumlu ve battal ebrûnun daha ön plana çıktığını göstermektedir. Klasik dönem denilen fırçalı döneme kadar ki çalışmalar daha ziyade sade görünüşlü, fırçasız damlatma, silkeleme usulleriyle yapılmıştır. Fırçanın ebruya dahil olmasıyla birlikte büyük bir değişim yaşanmıştır.

Selçuklular ve Osmanlı dönemlerinde önemli yazışmalar da zemin kâğıdı olarak kullanılmıştır. Böylelikle, hem zarif bir görüntü elde edilmiş hem de belgelerdeki tahrifatın önü ne geçilmiştir. Ayrıca kâğıdın süslenmesinde, kıt’a ve levhaların iç ve dış pervazlarında, sıkça kullanılmıştır.

Bu sanatla en fazla içli dışlı olan zanaat grubu ciltçiler ve hattatlar olmuştur. Ciltçiler ciltledikleri kitapların yan kağıdında ya da kapağında, hattatlar da zemin, pervaz ya da cetvel diye tabir edilen yazı kenarlarını süslemekte kullanmışlardır. Günümüzde ise bir takım kullanım alanları göze çarpmaktadır. Kumaş yüzeyine, (başörtüsü, kravat gibi giysilere) ahşap yüzeyine çeşitli formlarda birtakım uygulamalar yapılmaktadır. Ayrıca, ebru motifleri kimi çini ustalarının gündemine de girmiş olmalı ki son zamanlarda bu motifleri çini ve seramikler üzerinde görmek mümkündür. Teknoloji gelişme gösterdikçe gelenekli el sanatlarımızın uygulama alanlarında bir takım gelişme ve değişmeler görülebilecektir, ancak ihmal edilmemesi gereken nokta gelenekli sanatlarınızın tahrif edilmeden şekil ve öz bakımından korunması gerekliliğidir.

Malzemeler ve yapım tekniği

Ebru yapımında kullanılan malzeme ve aletleri şu şekilde sıralamak mümkündür: Kitre, toprak boya, öd, el taşı boyayı ezmede kullanılan taş, boya toplama küreği, boya kabı, belli ölçülerde hazırlanmış tekne, boya serpmeye yarayan ve at kuyruğundan gül dalından yapılmış fırça, değişik ebatlarda tel tarak malzemesi…

Kullanılan boyalar tabiattan elde edilen doğal boyalardan ibarettir. Vaktiyle kendisinden Çamlıca’da ebru meşk ettiğim muhterem Yunus Özel hocanın tavsiyesi ile ‘Çamlıca Toprağı’nı kahverengi elde etmek üzere kullandığımızı hatırlıyorum. Renk zenginliği bakımından Çamlıca toprağından elde edilen boyanın önemli olduğunu düşünüyorum.

M. Uğur Derman, Ebru malzemelerinin hazırlanışını şöyle tarif eder: “‘Destesenk’ adı verilen bir taş ile boyalar ezilerek kıvamına getirilir. Çinko veya galvanizden yapılmış, kâğıt ebadına uygun tasarlanmış tekne hazırlanır. Kitre maddesinin suda bekletilerek erimesi sağlanır. Sonra bir torbadan tekneye süzülür. Kitre, serpilen boyaların teknenin dibine çökmesini önlemek için gerekli bir maddedir. Belli bir kıvama gelmiş boyalar kavanozlara yerleştirilir ve içlerine öd damlatılır. Fazla öd damlatılan boya su yüzeyinde daha fazla yayılır.”

Malzemenin hazırlanmasından sonra, gül dalından ve at kuyruğundan hazırlanan fırça ile su yüzeyine boyalar serpilerek tel aracılığıyla arzu edilen desenler oluşturulur. Kâğıt, teknenin üzerine yatırılıp sudaki deseni üstüne alması için 10-15 saniye beklenir. Sonra kâğıdın köşesinden boyalar suya akmayacak şekilde tutularak su yüzeyinden kaldırılır. Artık sanatkâr, gönül iklimindeki rüzgârın sesini ilahi güzellikler harmanından geçirerek su yun yüzeyine yansıtmıştır.

Ebrûnun sır perdesini aralayalım!

Ebru yapımında karşımıza çıkan ilginç ayrıntılar da vardır. Mesela, bir ebru teknesinden 600’ün üzerinde ebru çıkmaktadır. Yapılan hiçbir ebru birbirinin aynı değildir ve her ebru, bakan her insanda farklı çağrışımlara sebep olur. Bu sebepledir ki bu sanatla meşgul olan sanatkâr açısından ve bu sanata ilgi duyan insanlar açısından ebru motiflerinin ruhu dinlendiren bir tarafı olduğu ve psikolojik tedavi ihtiva ettiğini söyleyenlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Bu yönü ile psikolojik terapi vasıtasıdır Ebru. Gelenekli sanatlarımızın birçoğu için de aynı şeyi iddia etsek abartmış olmayacağımızı düşünüyorum. Musiki ile tedavi yön temlerinin akademik düzeyde incelendiği bir ortamda Ebru sanatının tedavi edici bir derinliğinin olduğunu söylemek âfâkî olmayacaktır.

Bunların yanında ebru üstadlarının ifade ettiği bir konu da ebru sanatının insana kattığı tasavvufi derinliktir. Bu sanatları icra etmek sadece bir zanaatı yaşatmak, bir kâğıdı renklendirmek değil; bu kâğıdı boyama sırasında öğrendikleri ilmin talebeye hilm getirmesidir. Ama bu yumuşaklık süngerin pamuğun yumuşaklığı değil; huylarda meydana gelmesi murad edilen bir yumuşaklıktır. Mesela, bir boya ezmek ve onları kıvamına getirmek esnasında sergilenen sabır insanı olgunlaştıran bir haslettir.

Gelenekçi ebru sanatkârlarından Fuad Başar, Ebru ile kozmos yani eşyanın ahengi arasında paralellik kurarak şu tespitlerde bulunuyor: “Ebru teknesinde kâinatın yaratılışının izlerini görmek mümkündür. Her şey sıvı dolu bir teknenin içine düşen damlada başlıyor ki kâinatta başlangıçta bir noktadan ibaretti. Daha sonra kâinat genişlemeye başlamış ve bu genişleme neticesinde zaman ve mekân ortaya çıkmıştır.”

Ebru araştırmacılarının naklettiği bilgilere göre ebrûcuların yapmış oldukları ebrûlara imza atmama geleneği vardır. Bu geleneğin teşekkülündeki temel esas ortaya konan güzelliğin bir sahibinin olduğunu kabul eden mütevazı bir bakış açısıdır. Ancak bu mütevazı anlayış karşısında kimileri imzasız ebrûları fütursuzca sahiplenmeye kalkmışlardır. İmza atmama geleneği devam etmekle birlikte, birçok ebru çalışmasında imzası olmayan Mustafa Düzgünman bu durumu fark etmiş ve imza atmama geleneğinin dışına çıkmak zorunda kalmıştır.

Sözlerimizi Dr. Hasan Akay’ın, ebrûyu Yunus ve Şeyh Galip’in mısralarına uyarladığı haliyle nihayetlendirelim:

“Madem Ebru bilmedin / Ya bu nice görmektir”

“Ah mine’l-ebrû! Ve hâlâtihi…”

Aydın Çakırtaş

Kültür dergisi, Sayı: 9

Source link

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu