SEYİRCİ
Öykü • SEYİRCİ
SEYİRCİ
Şeker koymadığı çayını
karıştırdı. Yıllar önce çayına şeker atma alışkanlığını bırakmasına rağmen
çayını karıştırma alışkanlığını bir türlü terk edememişti. Çayı da illa ki
kaşığını çıkarmadan içerdi. Sanki kaşığın çaya lezzet kattığını düşünüyordu.
Yahut düşünmüyordu. Umurunda bile değildi kaşığın nerede olduğu.
Sesini tamamen kapattığı
televizyondaki haber bültenine baktı. Altyazıdaki “Düğünde katliam” ifadesinden
ve ekrandaki dehşetli görüntülerden bir anlam çıkarmaya çalıştı. Kamera düğün
salonunda ağır ağır dolaşırken muhabir de eliyle bir yerleri göstererek olan
biteni anlatıyordu. Ancak televizyonun sesini açmadığı için duyamıyordu
muhabiri. Altyazıdaki “yedi kişi öldü 25 yaralı var” ibaresi bile ona elini
uzaktan kumandaya uzatmasını sağlamadı.
Haber bitti ve beş
dakika süren reklamlardan sonra bir tartışma programı başladı. Sunucu ve dört
kişi konuşuyorlardı. Sakallı sunucu, kel kafalı sosyolog, siyah kaşlarıyla
dikkat çeken sarışın gazeteci, profesör psikiyatrist ve adli tıp uzmanı yazar
kadın az önce haberini dinlemediği kanlı düğünü tartışıyorlardı besbelli.
Nasılda hararetle konuşuyorlardı. Jest ve mimikleri bütün ekranı dolduruyordu.
Zaman zaman birbirlerinin sözlerini kesiyorlardı. Bazen de sakallı moderatör
müdahale etmek zorunda kalıyordu. Yine de televizyonun sesini açmadı.
Duyacaklarını anlayabilecek takati yoktu. Televizyonu kapatacak yahut başka
kanala geçecek bir enerjisi de yoktu.
Tavanda, tam köşede bir
örümcek ağını tamamlamak üzereydi. Yerde bir kalorifer böceğinin ağır ağır
yürüdüğünü gördü sonra. Son yudumunu aldığı bardağa tekrar çay koydu. Hafif
ılımıştı çay. Yine de aldırmadı ve şeker koymadan karıştırıp içmeye başladı.
Kapı çaldı. Yerinden kalkmadı bile. Kapı bir kaç kez daha çaldı. Sonra sessize
aldığı telefonunun ışığı uzun uzun yanıp söndü. Cevapsız aramaya bakınca onun
ismini gördü ve telefonu oturduğu kanepeye yavaşça bıraktı. Pencerenin
pervazına bir martı konmuştu. Biraz sonra da uçup gitti.
Sehpadaki market
bülteninin sayfalarına uzun uzun baktı. Peynir fotoğraflarının bulunduğu
sayfada nedense daha çok oyalandı. “Çocukken bu kadar çok çeşit peynir mi var
mıydı?” sorusuna cevap bulamadı. Eve sadece beyaz peynir ve nadiren kaşar
peynir girerdi. Beyaz peynir ve sarı peynir yani. Rahmetli babası sarı peynirden
fazla yemesinden rahatsız olur, onu uyarırdı. Dışarıda bir ambulansın sesi
duyuldu tam bu sırada. Nihayet pencereden baktı. Karşıdaki apartmanın önünde
durdu ambulans. Apartmanın kapısı açıldı. Annesini taşıyan sedye ambulansa
bindirilirken onu endişeyle ambulansa bakarken gördü. Tam taksiye binerken
telefonunu eline uzattı ve onu aradı. Taksi uzaklaşırken o cevap verdi
telefona. Daha doğrusu “Numune Hastanesi” dedi ve kapadı telefonu. Birden
gardırobun önünde sokak kıyafetlerini giyinirken buldu kendini. Sanki
iradesiyle yapmamıştı bunu. Telefonunu ve evin anahtarlarını almayı ihmal
etmedi yine de.
Ve evden çıktı. Kapının
önünde günlerdir onu bekleyen ayakkabılarını giydi. Merdivenlerden hızla indi.
Kapıcı onu görünce çok şaşırdı. “Hayırdır beyim” dedi o
şaşkınlıkla. Cevapsız bıraktı kapıcıyı.
Şimdi en azından nereye
gideceğini biliyordu.
Geride bıraktığı evde
televizyon açık kalmıştı. Ekranda cümbüşlü bir reklam vardı.