Kültür - Sanat

Semih Kaplanoğlu’ndan bir distopya: Buğday

Tüm renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler, demiş Özdemir Asaf. İnsan, beyaz bir kalple dünyaya gelirmiş, işlediği her günah, yanlış yolda attığı her adım o kalbin siyahlara bürünmesinin adresini işaret edermiş.

Günah ve yanlış yolların kurbanıdır, modern insan. Kendisinden yüzyıllar önce çizilmiş yolları beğenmeyip, daha modern ve elit bir dünya oluşturmak adına yeni yollar inşa etmiş, sonra da bu yollara mahkûm olmuştur. Dünyaya alternatif diye sunduğu yollar, âdemoğlunun labirentidir aslında.

Oysa biz yollara hâkim olmak yerine, dağın, tepelerin ve doğanın hüküm sürdüğü, doğal hayatın içinde nefes alsaydık daha mı güzel olurdu dünya? Peki, o zaman modern olduğumuz nasıl anlaşılırdı? Doğaya hükmetmeyen insan nasıl modern olabilir?

Âdemoğlunun varlığından beri bilgiye, teknolojiye sahip olma ihtiyacının, hayatımızı kolaylaştırmakla birlikte bizi daha çok insan yaptığını, insan gerçekliğine daha çok yaklaştırdığını söylemek mümkün müdür?

Sanırım, insanın kendi doğasından uzaklaşması, hayatın bizzat kendisinden uzaklaşmasına sebep oluyor. İşte bu sebeple modern insanın sesi gür çıkıyor. Kalplerindeki siyah noktaların varlığı arttıkça, çektiği acılar onu kendisine yabancılaştırıyor.

Terk edilmiş arabalar, fabrikalar, kuraklık, mülteciler

Yusuf Üçlemesi ile sinemamızın hem yerel hem de uluslararası platformda önünü açan Semih Kaplanoğlu, yedi yıl aradan sonra “Buğday” filmi ile seyircinin karşısına çıktı. Üzerinde yaklaşık beş yıldır çalışılan Buğday filmi bir distopya. Film üç kıtada çekilmiş. Mekânlarımız ABD- Detroit, Almanya-Ruhr, Türkiye-Kapadokya.

Buğday filminin şöyle bir hikâyesi var. Büyük şirketlerin dünyayı yönettiği bir âlemde, mükemmel tohum yaratmanın derdine düşüyor bilim adamları. Ama bunu gerçekleştiremiyorlar. Bu konudaki uzmanlardan Prof. Erol Erin, “Genetik Kaos ve M Zerresi” adlı bir eser yazan ama bu eserinin ardından Ölü Topraklar’a sürülen Cemil Akman’ı arıyor. Filmin ilk yarısı bu arayış içinde geçiyor. Bu bölümde bir dönemin en modern şehirlerinden birisi iken şimdilerde hayalet şehre dönüşen Detroit’e yolculuk ediyoruz. Yolculuğumuz boyunca terk edilmiş arabalar, evler, fabrikalar ve haklarını arayan, grev yapan insanlar görüyoruz. Ayrıca yol boyunca bize kuraklık, açlık, mülteciler ve savaşlar da eşlik ediyor.

Filmin bu bölümünde Erol Erin’in yani kendisinin yetkinliğe ulaştığını düşünen profesörün, Akman’ı yani aslında saflığı ve kalbi hâlâ beyaz noktalarla kaplı uzmanı ararken, aslında kendi labirentinde dolaştığını görüyoruz. Erin farklı ortamlarda Akman’ı ararken Semih Kaplanoğlu, kahramanımızı genellikle geniş açıyla çekerek büyük mekanlarda göstermeyi tercih etmiş. İnsanın günahlarında, kendisini dev aynasında görmek istemesi gibi…

Hakikati hatırlatan doğa

Filmin ikinci yarısı Erin ile Akman arasındaki birlikteliğin sancıları şeklinde geçiyor. Erin, insanların iletişim kurmak yerine güvensizlik, korku vs gibi unsurların yaygınlığı nedeniyle birbirlerine karşı ördükleri duvarları ve sınırları aşarak Akman’ın yanına ulaştığında aslında kendisine ne kadar yabancılaştığını fark ediyor. Zira doğanın kendisini ve saflığını temsil eden Akman, ona hakikati, kalbindeki beyaz noktaları hatırlatıyor, oysa Erin siyah noktalardan örülü kalbindeki rüyayı yaşamaktadır. Bu sebeple Akman, bunun farkında olarak, “ölünce uyanacağız” diyor.

Kaplanoğlu’nun Kapadokya’da çektiği filmin bu kısımları oldukça önemli. Hızır aleyhisselam ile Musa peygamber arasındaki kıssaya, üstleri kireçle kaplanmış ölülerin arasında dolaşırken kahramanlarımızın taşlanmaları Peygamber dönemine, Musa peygamberin hazinenin üstünde oturan iki yetim çocuğa göndermeleri filmin metafor boyutunun zenginliğini göstermektedir.

Bu çerçeveden bakıldığında film popüler kültüre hizmet eden bir kitle filmi değil. Buğday, entelektüel birikim, tasavvuf ve dinler tarihi arasındaki etkileşimi harmanlayan bir film.

Filmde, Erol Erin karakterinin Akman’la karşılaştıktan sonra bir gece Kurt ile karşılaşıp hemen çadırına dönmesi, bana Yumurta filmindeki Yusuf’un köpek ile karşılaşmasını hatırlattı. Kaplanoğlu, insanın doğa karşısındaki acizliğini ve nefsini hatırlatmaktan vazgeçmeyecek gibi…

Bir görsel şölen

Buğday filmi, renkli hayatlarımız arasında bize kalbimizdeki siyah ve beyaz noktaları göstermesi gibi siyah-beyaz bir film. Görüntü yönetmeni Giles Nuttgens’i anmadan olmaz. İnsana kendisini filmin içinde hissettiren, Tarkovski filmlerindeki sahneleri aratmayan bir görsel şölen sunmuş bize. Ayrıca filmin vicdanını temsil eden başrol oyuncusu Jean-Marc Barr’ı da başarısından ötürü kutlamak gerekir.

Yazıma nihayet vermeden şunu eklemek istiyorum. Buğday filminin, distopik bir film olmasına rağmen insandaki tekil umudu taşıdığını belirtmek gerekiyor. Kaplanoğlu’nun bir röportajında ifade ettiği gibi “birilerinin distopyasını yaşıyoruz”, bu sebeple umutlu olmak için çok sebebimiz var.

Sedat Palut

Source link

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu