Şehir Yürüyüşleri: Kasımpaşa, Hasköy ve Okmeydanı II
“Cami ne kadar büyük olursa olsun imam bildiğini okur.” Şehir büyük ve gizemli, ben yürüdüğüm kadarını anlatıyorum. Bir çift ayakkabıyı eskittim, şehri yürüyen ayakkabı adıyla müzeye konulsa yeridir. Bu hikâyeler her gün büyüyor ben yürüdükçe. Şehri şehir yapan unsurları mekânları gezmeye ve anlatmaya çalışıyorum. Bundan keyif alıyorum, yeniden gezmiş, muhayyilemde yeniden canlandırmış oluyorum. Çünkü hep bir geç kalmışlık endişesi var üzerimde. Gördüklerimi sonra yazarım diye düzensiz bir şekilde dolduruyorum heybeme. Sonra düzenliyorum onları, düzenleyince bu hikâyeler çıkıyor ortaya ama hikâye anlattıklarımdan ibaret değil tabi.
Hasköy’de, Kasımpaşa’da yürüdüğüm yolları, gördüğüm mekânları yazıyordum. Kulaksız mezarlığından kısa bir tefekkür molası vermiştik. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim.
Efendim, Hasköy Bizans döneminde V. Yüzyıl’dan itibaren asilzadelerin yazlık ikametgâhları olmuş. Hasköy adını ise Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul kuşatması sırasında otağını bu bölgede kurmuş olmasından veya buradaki has bahçelerden aldığı söylenir. Başka rivayetler de var. Demek ki eskiden buralarda has bahçeler varmış. O has bahçelerin yerine has beton bahçeler kurulmuş şimdi.
İstanbul’un en eski Mûsevi yerleşim merkeziymiş buralar. 1492 yılında İspanya ve Portekiz’den kovularak Osmanlı Devleti’ne sığınan sefarad Yahudilerinin bir kısmı Hasköy’e yerleştirilmiş. Eminönü’nde Yeni Vâlide Camii inşaatı başlayınca (1597) caminin arsasına sahip olan Karâî Yahudilerine Hasköy’de evler verilerek buraya nakledilmişler. Nakledilen kırk kadar aile ömür boyu vergiden muaf tutulmuş. 1940’lara kadar büyük bir Yahudi nüfusun yaşadığı Hasköy, İsrail’in kurulması ve artan nüfus nedeniyle bölgenin giderek cazibesini yitirmesi üzerine büyük bir göç başlamış ve günümüzde Yahudi nüfusu yok denecek kadar azalmış. Yani durmanın tarağı kaçtı, işin tadı tuzu kalmadı demişler sanırım.
Evliya Çelebi, semtin bu yüzyıldaki durumunu anlatırken on bir Yahudi mahallesinin yanında iki Rum, bir Ermeni ve bir de Müslüman mahallesinin bulunduğunu kaydetmektedir. Galata kadılığına tâbi olan Hasköy’de 3000 civarında bahçeli ve çok katlı ev, içlerinde değerli malların satıldığı 600 kadar dükkân, çok sayıda boyahane, meyhâne ve bozahâne bulunuyormuş. Hasköy bahçelerinde limon ve turunç dâhil her çeşit meyve yetişiyormuş. Misket üzümü ise pek meşhurmuş. Bunları neden yazıyorum? Has bahçeli Hasköy’den nasıl has beton bahçeli bir Hasköy meydana getirmişiz görelim diye. Devlet millet el ele vererek başarmışız bunu.
Evliya Çelebi’nin anlattıklarından anladığımıza göre Fatih Sultan Mehmed’in fermanı ile çeşitli avlular, köşkler, odalar, sofalarla havuz ve şadırvanlar yapılarak bu bölgenin mamur hale getirildiği anlaşılmakta.
Osmanlılar döneminde Hasköy, Haliç sahilinin en büyük ve muhteşem sahil sarayı ve sarayın içindeki Aynalıkavak Kasrı ile ünlü imiş. Yavuz Sultan Selim’den itibaren kurulmaya başlanan tersaneden Okmeydanı’na doğru Kasımpaşa sırtlarını kaplayan koru, Osmanlı padişahlarının dikkatini çekmiş, dönem dönem içine kasırlar inşa edilmiş. Evliya Çelebi, Tersane Bahçesi olarak bu bahçeyi anlatırken ilk fidanları bizzat Fatih Sultan Mehmed ile Akşemseddin’in diktiği binlerce servinin burayı gölgelediğini, kuşların ötüşlerindeki güzelliği, kayısı ve şeftalisinin lezzetini kaydeder. Aynalıkavak Kasrı’nda çalışan bir dostumun daveti üzerine bir gün ziyaret ettim. Bahçesinde asırlık ağaçlarıyla bir Has bahçe numunesi olarak kalan kasır Okmeydanı’na doğru uzanan beton dağların altında kıstırılmış bir has bahçe numunesi olarak yaşamaya devam ediyor.
Hasköy’de 17.yüzyıldan itibaren küçük çaplı atölye ve tersanelerin inşa edildiği görülmektedir. Günümüzde müze olarak kullanılan Lengerhane’nin inşasıyla birlikte bir sanayi bölgesi olma yoluna girmiş.
Lengerhâne; gemicilikte denize atılan zincir ve ucundaki çıpanın üretildiği yere denilmektedir. 1707’de Sadrazam Çorlulu Ali Paşa’nın tersanenin merkezine bir cami ve Hasköy’e de yeni bir çıpa dökümhanesi (lengerhane) yaptırdığı biliniyor. Şimdilerde bu tersane alanı, inşaat alanına dönüşmüş ve yüksek sac duvarlarla çevrili. Caminin minaresini uzaktan görebiliyorum. Hummalı bir çalışma var ve bazı yapıların yükselen kat ve çatıları sinir bozucu bir şekilde karşıyı, tarihi yarımadayı, Yavuz Sultan Selim Camii, Fatih Camii gibi tarihi emanetlerin görüntüsünü engelliyor. Buralara fazla dalmayalım çıkamayız.
Osmanlı ve İstanbul’daki en bilinen lengerhanelerden biri olan Hasköy’deki bu tarihi bina Rahmi M. Koç Müzesi olarak kullanılmaktadır. İçerisinde denizcilik koleksiyonu, bilgisayar tarihine ait objeler, motosiklet ve bisikletler, at arabaları, kağnılar, klasik otomobiller, raylı ulaşıma ait eserler, tarımla ilgili objelerin sergilendiği bu müze görülmeye değer.
Okçular Tekkesi:
Vakfın tarihçesinde şunlar yazıyor; İstanbul’un Fethi’nde Fatih Sultan Mehmed’in ordugâhlarından birisidir. Zağanos Paşa ve kuvvetleri Okmeydanı arazisinin olduğu bölgede konuşlanmıştır. Okmeydanı, İstanbul’un fethinden hemen sonra, okçulara savaştaki başarılarından dolayı Fatih Sultan Mehmet Han’ın emri ile kurulmuş İstanbul’daki ilk vakıftır. Ok talimleri ve dua meydanı olarak tahsis edilen alanın çevresi sınır taşları ile tespit edilmesi suretiyle vakıf kayıtlarına işlenmiştir. Okmeydanı Okçular Tekkesi İstanbul’un üç büyük dua alanından birisi olma özelliğini ihtiva eder. Eyüp Sultan, Ayasofya ve Okmeydanı Okçular Tekkesi halkın savaş veya felaket durumlarında toplu halde dua ettiği mukaddes alanlardandır. Tekkenin bilinen ilk şeyhi Şeyh Hamdullah Efendi’dir. Yine arşiv kayıtlarına göre son şeyhi ise 1904 yılında atanan Muti Efendi’dir. II. Beyazıt devrinde meydan genişletilmiş̧ Okçular Tekkesi, Müştemilatı ve Camii yaptırılmak suretiyle alan organize edilmiştir.
Okçular Tekkesi, şehzadelerin sünnet törenlerinin gerçekleştirildiği, büyük şölenlerin, gösterilerin düzenlendiği bir alan olma özelliğini de taşımaktadır. Sultan III. Ahmed’in şehzadelerinin sünnet töreninin burada yapıldığı bilinmektedir. Surname adlı eserde bu törenlere ve Okmeydanı Okçular Tekkesi’ne ait birçok minyatür bulunmaktadır. Asırlar boyu ayakta kalmayı başaran bu yapı zaman zaman bakım ve onarım görmüş genişletilerek bazı eklemeler yapılmıştır. Padişahların, önemli devlet adamlarının, askerlerin ve halkın büyük ilgi duyduğu kurum ok ve yayın savaş alanlarından çekilmesinden sonra spor sahasında faaliyetlerini devam ettirmiştir. Cumhuriyet devrinde yaşanan maddi sıkıntılardan dolayı Okmeydanı arazisi ve Okçular Tekkesi bakımsız kalarak sit alanı olan bölge çarpık kentleşmeye yenik düşmüştür. Gecekondulaşma faaliyetlerinin olduğu alanda zamanla Okçular Tekkesi’ne dair yok denecek kadar az bir kısım ayakta kalmayı başarabilmiştir. Tekke ve ona bağlı yapılar 2007 yılında yeniden ihya edilmeye başlanmış 2013 yılında tamamlanarak Okçular Vakfı adıyla halkın ve okçuluk sporunun hizmete açılmıştır.
Eski haritalarda, Okmeydanı’nın XVI. yüzyılda bütünüyle bâkir olan topografyasında birçok ince dere ile Pîrîpaşa ve Doymazdere isimli ana derelerin birbiriyle bağlantılı bir su şebekesi oluşturduğu görülmektedir. Beş yüzyıldan beri birçok ferman ve fetva ile muhafazasına çalışılan ve tapuda hâlâ Fâtih Vakfı olarak kayıtlı olan Okmeydanı, eskiden iskân sahası dışında bırakılırken zamanla iskân sahası içine alınmış, 1950’lerden itibaren gecekondularla dolmuştur. Vakfın müzesinde gecekondulaşma süreci sanırım fotoğraflar yıllara göre peş peşe eklenerek canlandırılmış, süreç insanın içini ürpertiyor.
Okçular Tekkesinden göze alınamayacak bir yokuşun inişini ayaklarıma acımadan göze aldım ve bir ikindi ezanıyla gökten iner gibi indim Piyale Paşa Camiine. Ruhuma dinginlik veren ezanla sükûnet içinde giriyorum caminin avlusuna. Yüksek volümlü metalik sese maruz kalmadan kılıyoruz namazı. Kıble yönünde haziresi, yan tarafta bostanıyla ruh dinginliği veriyor insana bu tarihi mekân. İstanbul’da kalan nadir bostanlardan olduğunu, İstanbul bostanlarını araştırırken öğrenmiştim bu bostanın. Bostan sahibi bahar temizliği yapıyor kuş cıvıltıları arasında, avluda çocukların koşuşturmaları, duvar diplerinde sırtını bahar güneşine vermiş uyuklaya amcalar. Bunlar izlenimlerim, biraz da bilgi toparlayalım camiyle ilgili:
Bir Mimar Sinan eseri olan. Kasımpaşa Büyük Piyale Paşa Camii. Kaptan-ı Derya Piyale Paşa tarafından Haliç’in kuzeyinde, Piri Paşa deresinin oluşturduğu vadiye, Okmeydanı eteklerine bir külliye olarak inşa ettirilmiş ve 1573 ‘te ibadete açılmış. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde camiye dair şu ifadelere yer veriyor: ” Merhum Koca Piyale Paşa, yaptığı muharebenin hakkı olarak sahip olduğu on iki bin esiri çalıştırarak Kasımpaşa’nın nihayetinde bir cami, bir medrese ve bir tekke yaptırmıştır. Fakat caminin cemaati olmadığından, cemaat toplamak için eski tersane boğazında denizi kesip ta camiye kadar bir saatlik yere denizi götürmüş. O zaman Haliç’in iki tarafı bağ ve bahçeli evlerle doluymuş ve caminin etrafı mamur olarak cemaati çoğalmış. Daha sonraları Haliç ve dereler kirlenince kayıklar girip çıkamaz olmuş.” Deniz buraya nasıl getirilmiş şimdi gel de anla, ya da gel de anlat.
Camide kullanılan İznik çinileri dönemin şaheserlerinden sayılır. Mihrap çinilerinin bir kısmı son yıllarda çalınmış, yerine Kütahya mâmulâtı karolar konulmuş.
Piyâle Paşa Camii’nin mihrap ekseninde yükselen minaresi ve iki katlı galerileriyle şaşırtıcı olan dış görünümü E. A. Grosvenor ve Metin Sözen gibi araştırmacılarda yapının tasarımında denizci olan bânisinin katkısı olduğu, caminin, güverteleri ve seren direğiyle bir gemiye benzetilmek istendiği fikrini doğurmuştur.
Evliya Çelebi’nin Piyâle Paşa mesiresinden söz ederken verdiği bilgiler, fevkanî yan galerilerin mesireye gelenler için tasarlanmış çevreye hâkim, dinlenme amaçlı sofalar olduğunu göstermektedir. Bu husus dinî mimarimizde benzeri olmayan ilginç bir kullanıma işaret eder.
Cami alanı içerisinde bulunan bostanın rehabilite edilerek altının otopark yapılması projesine karşı durup bu alana sahip çıkanlar sayesinde bostan tescillenmiş. Zamanında caminin akarı olarak bırakılan bostanın 8 dönümlük kısmı ancak geriye kalmış ve bostanda Osmanlı tarım teknolojisinin mimari birer unsuru olarak su kuyusu ve bir havuz da bulunuyormuş. Bostandaki tarım faaliyetleri de kuşaktan kuşağa devam ediyormuş.
Bu şehirden camileri çıkardığınızda geriye bir şey kalmaz. Haliç Köprüsünden geçerken köprünün ayaklarından uzayan iki minarenin yarısını görürsünüz. Yıllardır gelir geçerim yanından, bu camiyi de ziyaret etmek nasip olmamıştı Büyük Piyale Paşa Camii gibi. Ömür biter bu şehir bitmez.
Rahmi Koç Müzesi’nin önünden her geçişimde sol yanımda kırmızı tuğladan yapılmış zarif bir minare çekerdi dikkatimi. Her geçişimde dikkatimi celbeden bu camiyi ve az ileride sağda halicin kıyısında beyaz bodur minareli maviye boyanmış camiyi ziyaret etmeyi aklıma koymuştum çoktan beri. Bu iki caminin bulunduğu bu eski semtin ara sokaklarını arşınlamak için havanın güneşli olduğu bir mayıs günü, metruk fabrika binalarının arasından önce buraya kuş bakışı bakabileceğim mahallenin içine doğru ilerleyip yüksek bir yere çıkıyorum. Çıkarken sağda sadece duvarları ve kapısı kalmış metruk bir taş yapıyla karşılaşıyorum. Mahalle sakini bir bey buranın bir kilise olduğunu söylüyor. Bir duvarına bahçeli bir ev kondurulmuş. İğde kokuları arasında bir sokaktan çıkıyorum yukarıya doğru. Böyle yeni yetme evlerin olduğu bir mahallede gezmekten sıkılırım. Birilerinin ne arıyorsunuz demesinden çekinirim. Tarihi bir mahallede bunu pek yaşamazsınız. Bulunduğum sokaktan geri dönüp haliç tarafa baktığımda Balat’ı, Yavuz Sultan Selim Camii’ni, Ayvansaray’ı, tarihi surları ve güzel kibar minareli camileri görüyorum. Haliç önüme mavi bir halı gibi serilmiş. Bulunduğum dik sokağın düzlüğe inişinde sokağı ortalayan o kırmızı tuğla minare tam karşımda. Kırmızı tuğladan yapıldığı için kırmızı minare camii olarak anılan, banisi Kiremitçi Ahmet Ağa olduğu için “Kiremitçi Ahmet Camii” olarak da bilinen cami Osmanlı dönemi eserlerinden. Adam sanırım kiremit imalatıyla iştigal ediyormuş. Haliç’e akan bazı derelerin çamurundan tuğla ve kiremit üretildiğini bir yerde okumuştum. Yaptığı işin imzasını bu minareye atmış Kiremitçi Ahmet Efendi. Yün İplik Fabrikası gibi metruk yapıların içinde bulunan cami etrafına hayat veriyor ve hayatı güzelleştiriyor. Sabah uyandığınızda pencerenizden böyle bir minareyi görüyor olmanız, yine pencerenizin manzarasını Yavuz Selim Camii, Fatih Camii, tarihi Balat ve surların süslüyor oluşu ne kadar kıymetli. Hele bu pencerelerin gece manzarasını hayal bile edemiyorum. Hasköy’ün en sevdiğim tarafı bu yokuş aşağı sokaklarının tarihi yarımada manzarası. Bir dik sokaktan iniyorum bu güzel minareli camiye. Minare orijinal ama cami tadilatlarla güncellenmiş sanırım. Caminin günümüze ulaşan tek özgün yapısı tuğla minaresidir diye bir bilgiye ulaşıyorum, yanılmamışım. İlk onarımını Mimar Sinan yapmış.
Bu vesileyle Halıcıoğlu semtinde, Haliç Köprüsünün çelik tabliyelerinin altında ezilen minarelerinin yarısıyla köprüyü kullananlara ben buradayım diyen Humbarhane Camii’ni de ziyaret etmek nasip oldu. Etrafını çeviren yollar meskûn mahalle irtibatını kesmiş garip kalmış orta yerde. Köprü birazcık Hasköy tarafa kaydırılamaz mıydı ki olsa yaparlardı herhalde. Üzerinden araçların gürül gürül geçmesine rağmen içerisinde sükûnet hâkim yine de. III. Selim tarafından 1792’de yaptırılan Humbarahane Kışlasının ortasına annesi Mihrişah Vâlide Sultan tarafından 1794 de yaptırılmış bu cami. Burada top döküm tesisleri, talim yerleri, askeri amaçlarla kullanılmak üzere deri işlenen bir klorhane, mutfak, ahırlar, hamam gibi bölümlerden oluşan Humbarahane Kışlası, büyük çaplı askeri binaların modern anlamdaki ilk örneği kabul edilmektedir.
Güneşli bir mayıs günü ki bu sene mayısta pek güneşli gün görmedik. Turkuaza çalan Haliç’in kıyısında o maviye boyanmış caminin yanında, karşımda Balat, Yavuz Selim, az ileride Fatih Camii ve bütün ihtişamıyla tarihi yarımadaya karşı kendime bir bardak çay söylemeliyim artık. Yorgun argın çöktüğüm plastik sandalyede elimde bardak, ırgalanan sandallarla bir rüyanın içinde buluyorum kendimi.
“Şu yalan dünyaya geldim geleli
Tas tas içtim ağuları, sağ iken
Kahbe felek vermez benim muradım
Viran oldum, mor sünbüllü bağ iken
*
Aradılar, bir tenhada buldular
Yaslandılar, şıvgalarım kırdılar
Yaz bahar ayında bir od verdiler
Yandım gittim, ala karlı dağ iken
*
Farımaz da deli gönlüm farımaz
Akar gözlerimin yaşı kurumaz
Şimden geri benim hükmüm yürümez
Azil oldum, güzellere bey iken
*
Karac’oğlan der ki bakın geline
Ömrümün yarısı gitti talana
Sual eylen bizden evvel gelene
Kim var imiş, biz burada yoğ iken”
*
Daldığım rüyadan ikindi ezanlarıyla uyanıyorum.” Kim var imiş, biz burada yoğ iken”
Şu camilerin konumlandığı yerlere bakar mısın? Edirnekapı Mihrimah Sultan, Yavuz Selim, Fatih, Şehzadebaşı, Beyazıt, Süleymaniye, Sultanahmet ve Ayasofya. Nasıl da şehre hâkim yerlere kurulmuşlar. Az önce bahsettiğim beyaz bodur minareli mavi camiye doğru yöneliyorum. Handan Ağa Kuşkonmaz Cami. Fatih Sultan Mehmed Hanı’ın saltanat yılları (1453-1481) arasında hizmette bulunan Handan Ağa tarafından yaptırılan cami Kuşkonmaz Cami olarak da biliniyor. Öncesinde kayıkhane olarak kullanılan bodrum kat sahilin doldurulmasıyla Haliç’ten uzaklaştığı için bu özelliğini kaybetmiş ve ibadet mekânı olarak değerlendirilmiş kayıkhane. Birçok kez tadilat gören camiden günümüze ulaşan ve orijinalliğini koruyabilen bölümlerden biri de kübik ve üzeri kompozit kaideler üzerine oturtulan minber görülmeğe değer güzellikte. İznik çinileriyle tezyin edilmiş olduğunu not olarak ekleyelim. Bu çiniler şu an mihrabın olduğu duvarı süslüyor. Cami imam hatibiyle namaz sonrası ayaküstü yaptığımız sohbette caminin aslının sıvalı olmadığını taşların gözüktüğü bilgisini veriyor. Yeni bir restorasyon çalışması varmış planda, aslına döndürüleceğini söylüyor. Ben bu haliyle de sevdim. Beyaz bodur minare, mavi ve üzeri kırmızı kiremit çok hoş gözüküyor mavi halicin kenarında. Ancak çevresi, avlusu çok bakımlı değil. İç mekân ahşap ve mavi ağırlıklı, çok hoş, ama pencereleri pimapen oluşu garabet.
Bir öğlen vakti Kulaksız Kabristanlığından geçip Kasımpaşa Cami-i Kebir’e yürüyorum, ancak cami restorasyonda. Günlerden Pazar, cami civarına kurulan İnebolu pazarından geçip bir yol tutturuyorum Kasımpaşa’nın ara sokaklarına. Karşıma küçük bir cami çıkıyor, az ileride eski ahşap bir ev, ardında çatısını mor salkımların sardığı metruk bir ahşap ev daha. Soğuk apartmanların arasında nasıl sıcak bir tebessüm sunuyor sokağa. Ön taraftaki evde tülü aralamış sokağa bakan bir nene. Kim bilir neler düşünüyordur. Yukarıda bahsi geçen cami ‘Yahya Kethüda Camii’ namazdan sonra caminin kıble tarafına geçiyorum, yine eski bir mezarlık. Mezar taşları arasında otlanan tavuklar tavşanlar, yan tarafta çay ocağında muhabbete dalmış birkaç kişi. Çay bedava, futbol ve siyaset konuşmak yasak. Uyarıyı, çerçeveletip herkesin göreceği bir yere asmışlar. Apartmanların arasında kalmış ama mezarlıkla birlikte müştemilatı geniş, ferah bir bahçe. Ön taraftan bakıldığında bahçe pek fark edilemiyor ama güzel bir dünya var orada. Bir süre oturup tavukların gayretle bir şeyler aramalarını ve tavşanların oradan oraya koşuşturmalarını seyre dalıyorum asırlık mezar taşlarının arasında. Mahalle arasında bir caminin avlusunda tavuk ve horoz olması ne güzel. Vakit girdiğinde vakti ilan ediyordur. Bu ara horozu tavuktan saymıyorum gibi bir anlam çıktı ortaya, sahi horoz tavuk mudur? Bir horozla birkaç tavuğa Beyoğlu’nda bir kilisenin bahçesinde karşılaşmıştım daha önce.
Bir yokuşa sarıp tırmanıyorum, geri dönüp baktığımda tarihi yarımada tam ekran karşımda. Yüksek bir setin üzerine inşa edilen yeniyetme bir caminin avlusundan manzarayı seyre dalıyorum. Bu günlük bu kadar ara sokaklardan dönüyorum.
Kulaksız mezarlığından Kasımpaşa’ya aynı yolu yeniden yürüyorum başka bir gün. Bu sefer Kasımpaşa Cami-i Kebir açılmış ibadete. Kanuni Sultan Süleyman Han’ın vezirlerinden Güzelce Kasım Paşa’nın yaptırdığı, Bir Mimar Sinan eseriyle karşı karşıyayım yine. Mimar Sinan’ın imza attığı eserleri tanımaya ömrümüz yetmez. Donanmanın Gelibolu’dan Haliç’e nakledilmesiyle bölgenin imar ve iskân görevini Güzelce Kasımpaşa üstlenmiş ve burada bir külliye inşa etmiş. O külliyeden görebildiğim kadarıyla caminin karşısında bir hamam kalmış sadece. Kıble duvarı hariç üç tarafından üç kapısı olan cami geniş bir avluya ve güzel bir şadırvana sahip. Civarında çok miktarda çay ocağı ve börek çörek dükkânlarıyla canlı bir mekân. 1947’den beri hizmet veren Tarihi Kasımpaşa börekçisinde kuşlarla çay muhabbeti yapıyorum. Ortam güzel, çaylar demli ve ucuz. Aynı adreste böyle uzun süre babadan oğula, kuşaktan kuşağa küçük bir işletmede hizmet vermek ne güzel. İkindi ezanıyla uyanıyorum daldığım hayal âleminden. Namazdan sonra eve döneceğim ömrüm olursa, az sonra sevdikleri tarafından ebedi âleme uğurlanacak olan şu musallada yatan mevtanın da ne hayalleri varmıştır. Allah taksiratını af eylesin. Amin.
Kasımpaşa Hasköy izlerimi, izlenimlerimi burada noktalıyorum, ama hikâye zenginleşmeye devam edecek. Tabana kuvvet.
Serinin ilk yazısını okumak için tıklayınız.