Kültür - Sanat

Saraybosna: Osmanlı medeniyetinin canlı olduğu şehir

İbn Haldun, devletlerin insan hayatına benzer bir şekilde doğduğunu, büyüdüğünü ve öldüğünü söyler. İnsan hayatı ve devlet arasındaki benzerlik, insanın ölümü ve devletin çöküşünde daha belirgindir. Nasıl ki hayatının sonuna gelmiş bir insanın ölümünü önlemek ya da acısını hafifletmek için çeşitli tedavilerin uygulanıyorsa, benzer bir şekilde bir devlet dünya sahnesinden çekilmeye yüz tuttuğunda, o devletin çöküşünü önlemek için farklı düşünce akımlarının ortaya çıktığı görülür. Bu alınyazısından nasibini almış Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde de kaynaklardan öğrendiğimize göre İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık akımları Osmanlı’nın çöküşünü önlemek adına çeşitli fikirler öne sürmekteydi.

Bu düşünce akımlarının temel tezlerini kabaca ifade edecek olursak, İslamcılığın, kurtuluşun İslam’a dönüş ve Müslümanlar arasında kardeşliğin yeniden tesis edilmesinde, Türkçülüğün, Türklerin ata yurdu olan Orta Asya Türkleriyle yeniden buluşması ve birleşmesinde, Batıcıların ise kurtuluşun Batı’nın değerlerini benimsemesinde görüdüğünü ifade edebiliriz. Bu akımların günümüz temsilcilerinin siyasi ve çoğrafi ufkuna baktığımızda, İslamcıların odak noktasının Orta Doğu özelinde Arap dünyası, Türkçülerin Türk Cumhuriyetleri ve Batıcıların AB ve ABD olduğunu söyleyebiliriz.

Yukarıda zikredilen akımlar ile aynı dönemde ortaya çıkmış, ancak etkisi bu üç düşünce akımından daha sınırlı olmuş ve kanaatimce İslamcılık ve Türkçülük arasında yer alan bir düşünce akımına da işaret etmekte fayda var. O da Yahya Kemal’in başını çektiği kültür milliyetçiliğidir.

Anadolu ve Rumeli’de şekillenen milliyet

Yahya Kemal’in yazı ve şiirlerinden anladığımıza göre kendisi Anadolu çoğrafyasında yaşayan Türklerin kökeninin Orta Asya’ya dayanıyor olmasına karşın, Malazgirt’ten itibaren Türklerin gerek Anadolu’da gerekse Rumeli’de kendine has bir din, sanat ve kültür anlayışı geliştirdiğini ve bu nedenle bu bölgenin Türklerinin, Orta Asya ile irtibatlarının kalmadığını düşünür. Yahya Kemal, kanların ve kültürlerin birbirine karışması sonucunda Anadolu ve Rumeli’de yepyeni bir milliyet doğduğunu savunur. Bu minvalde Mimar Sinan’ın kan bakımından Türk olmamasına rağmen, inşa ettiği Süleymaniye’nin bu milliyete ait olduğunu, keza bir Rum mühtedisi olan Koca Mustafa Paşa’nın camiiye çevirdiği kilisenin etrafında İstanbul’un en milli mahallelerden birisinin inşa edilmiş olduğuna dikkat çeker. Yahya Kemal’a göre bu milliyetin terkibi, özeti ve tecelli yerini görmek isteyen kişi, İstanbul’a bakmalıdır. Zira fetihten sonra gelişen hat sanatından musikiye, ev mimarisindan külliye mimarisine kadar bu milliyetin izlerini görmek mümkündür. Şu halde Yahya Kemal açısından İstanbul, Osmanlı medeniyetinin zirvesini temsil eder.

Yahya Kemal’le tanıştıktan sonra, bugüne kadar yapmış olduğum İstanbul seyahatlerinin bilinçten yoksun olduğu kanısına vardım. Bu nedenle geçen yıl bilinçli bir İstanbul seyahati planladım. Ama gel gör ki günümüz İstanbul’u, Yahya Kemal’in İstanbul tasvirlerinden çok ama çok uzakta. İnsan kalabalığı, trafikteki yoğunluk, gürültü, çarpık kentleşme ve sürekli bir yerlere yetişmeye çalışan insanların bir arada bulunduğu İstanbul, adeta yorgun ve bitkin bir şehre dönüşmüş. Yahya Kemal’in bahsetmiş olduğu Türk milliyetinin zirvesi olan İstanbul’da, bir taraftan Süleymaniye, Fatih ve Eyüp Sultan gibi camiilerde Osmanlı medeniyetinin izlerini hala görmek mümkün iken, diğer taraftan apartmanlar arasında kalmış çeşme, kabir ve türbe görüntüleri, insanın içini acıtıyor. Benzer manzalara Türkiye’nin farklı şehirlerinde de şahit olduğumu bu bağlamda belirtmek isterim.

Bosna’yı savaşla özdeştirmek yanılgısı

Ne var ki Osmanlı medeniyetinin zirvesini temsil eden İstanbul’un genel manzarası üzücü olmasına karşılık, yakın dönemde yapmış olduğum Bosna seyahati sayesinde, Osmanlı medeniyetinin Bosna’da hala canlı olduğunu öğrenmiş oldum. Bu durumun beni çok şaşırttığını itiraf etmem gerekir. Çünkü benim kuşağım açısından Bosna, savaşla özdeştirilen bir ülkedir. Her ne kadar yaşımdan dolayı 1992-1995 yıllarındaki savaşı hatırlamasam da çocukluğumdan beri yakın dönemde o ülkede büyük acıların yaşandığını biliyorum. Bosna’nın bir şekilde zihnimde kalmasını sağlayan bir başka husus ise doğduğum ve yaşadığım ülke olan Hollanda’nın Srebrenitsa katliamındaki rolü olmuştur. Mesela çocukken Srebrenitsa katliamından dolayı dönemin Hollanda hükümetinin düştüğünü iyi hatırlıyorum. Bunun yanında yıllar içerisinde bazı Boşnaklarla tanışma fırsatı da buldum. Tanıdığım Boşnaklar cana yakın olmalarına karşılık, dini vecibelerini yerine getirmedikleri dikkatimi çekmişti. Muhtemelen bu tecrübem, Boşnakların Müslümanlıklarının farkında olmayan bir toplum olarak zihnimde yer almasına yol açmıştı ki aynı bakış açısını çevremde de bulmak mümkündü. Bosna hakkındaki ezberimi bozacak ilk olayı, Aliya İzzetbegoviç’in ‘Doğu ile Batı Arasında İslam’ kitabını okuduktan sonra yaşamıştım. Müslümanlığının farkında olmadığına inandığım bir toplum içerisinden bu denli büyük bir müslüman mütefekkirin nasıl yetişmiş olabileceğini kendi kendime sorduğumu hatırlıyorum.

Farkettiyseniz, yukarıda Bosna’yla ilgili sadece savaştan bahsettim. Fakat Bosna tarihini yüzeysel olarak incelediğimizde bile Bosna’nın sadece savaşla özdeştiriliyor olmasının Bosna tarihine haksızlık olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Çünkü Bosna’nın 400 yılı aşkın bir süre (1463-1878) Osmanlı idaresinde altında yer almış bir çoğrafya olması, Bosna’nın daha geniş bir perspektiften ele alınması gerektiren sebeplerden sadece birisidir. Bu durum sadece Bosna’ya özgü de değil. Bilindiği üzere, Anadolu Selçuklu Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, 14. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu topraklarında beylikler hüküm sürmeye başlamıştır. Bu beyliklerden birisi olan Osmanoğulları, hızla günümüzde Balkanlar diye adlandırılan Rumeli çoğrafyasının farklı bölgelerini fethetmeye muvaffak olmuştur. Ve bu süreç, Osmanlı’nın Anadolu’nun tamamına hakim olmadığı dönemde gerçekleşmiştir. Bu minvalde İlber Ortaylı’nın Osmanlı’nın 14. ve 16. yüzyıllar arasında bir Balkan İmparatorluğu olduğu yönündeki tespiti manidardır. Dolayısıyla Yahya Kemal’in, Türklerin Malazgirt’ten itibaren gerek Anadolu’da gerekse Rumeli’de kendine has bir din, sanat ve kültür anlayışı geliştirdiği yönündeki görüşü, bu bilgiler ışığında anlamlı hale geliyor. Demem o ki Balkanlarla olan ortak tarihi geçmişimiz, Türkiye ile bu bölge arasında bir ayrım yapmamayı gerektirir.

Bu nedenle aşağıda Osmanlı medeniyeti perspektifinden hareketle Bosna’yla ilgili izlenimlerimi paylaşmaya çaba sarfedeceğim. Her ne kadar seyahat süresince Saraybosna dışında Travnik, Konjic, Mostar ve Blagaj gibi şehirlerini ziyaret etmiş olsak da Saraybosna şehri yazının merkezinde yer alacaktır. Bunun başlıca nedeni Saraybosna’nın tarih boyunca Bosna çoğrafyasının merkez şehri olmasıdır. Nitekim Saraybosna’nın tarihi eserlerini diğer şehirlerle kıyaslandığında, Saraybosna’nın bariz bir üstünlüğe sahip olduğu görülür. Keza günümüz Saraybosna’sı, ülkenin başkenti olması yanında nufüsunun kahir ekseriyeti müslümanların oluşmakta. Bu sebeple gerek kadim Osmanlı şehir planlanması gerekse müslüman nufüs nedeniyle şehirde müslüman havası esmektedir ve aynı zamanda -aşağıda anlatacağım üzere- Saraybosna, Osmanlı medeniyetinin hala canlı olduğu bir şehirdir.

Bosna’nın siyasi durumu

Gelelim Bosna seyahatine..

Saraybosna havalimanından konaklayacağımız hotele doğru yola çıkıyoruz. Şoför, Saraybosna’ya varışımızın iş çıkışına denk geldiği için kalabalığa takılmamak için başka bir güzergah takip edeceğini bize anlatıyor. Güzergah üzerinde Sırbıstan bayraklarıyla karşılaşınca, bulunduğumuz mahallede Sırpların ikamet ettiğini anlıyoruz. Bilindiği üzere Bosna Hersek’in nufüsunun yaklaşık yarısı Boşnaklardan, yüzde otuzu Sırplardan, yüzde yirmisi Hırvatlardan ve yüzde beşi diğer etnik gruplardan oluşmakta. Bir ülke elbette farklı etnik gruplardan oluşabilir. Ancak farklı etnik grupların huzur ve sukünet içinde yaşayabilmeleri için, din, lisan, kültür ya daha ortak geçmiş hafızası gibi bazı ortak paydaların olması zorunludur. Her ne kadar Boşnak, Sırp ve Hırvatlar arasında ortak lisan ve asırlar boyunca bir arada yaşama tecrübesi olsa da 1992-1995 yıllarındaki savaş, onarılmaz yaralar meydana getirmiş. Nitekim Bosna’da yaşayan Hırvatların, tıpkı Sırplar gibi yaşadıkları bölgelerde Hırvatistan bayraklarını astıklarına şahit olduk. Ülke sınırları içinde Sırp ve Hırvatların farklı bayrakları asmaları, bir yandan bu grupların başka devletlere aidiyet duygusuna sahip olduğunu gösterirken, diğer taraftan bu grupların zoraki bir arada yaşadıklarını gösteriyor. Nitekim savaşı sonlandıran Dayton antlaşmasının ortaya çıkardığı siyasi-idari yapıyla, en başından itibaren ülkede birlikteliğin oluşmasının önüne geçildiğini söylemek abartı olması gerek. Ülkenin Boşnak, Sırp ve Hırvat üyelerden oluşan dönüşümlü bir Cumhurbaşkanlığı Konseyi tarafından yönetilmesi, ülke içerisindeki Sırp Özerk Cumhuriyeti ve çeşitli kantonların varlığı, ülkedeki kargaşa ve istikrarsızlığı gözler önüne seriyor.

Dirilişin sembolü olarak Kovaçi Şehitliği

Biz Saraybosna şehrine geri dönelim.

Arabayla bir tepeden Saraybosna’ya giriş yaptığımızda, Saraybosna’nın dağlar arasında yer alan bir şehir olduğunu hemen farkediyoruz. Bu yönüyle bize ‘yeşil’ Bursa’yı anımsatıyor. Ama bir farkla. Günümüz Bursa’sı, nufüs yoğunluğu ve yüksek binalardan dolayı yeşilliğinden çok şey kaybetmiş olduğu halde, Saraybosna, eski fotoğraflardaki Bursa’yı andırıyor. Aslında bu duruma çok şaşırmamak gerek. Çünkü Saraybosna şehri, Osmanlı tarafından kurulmuş bir şehirdir.

Gelelim konakladığımız hotel ve muhitine. Hotele vardığımızda, hotelin tam da Kovaçi şehitliğinin yanında olduğunu görüyoruz. Malum, modern insanlar olarak mezarlıklardan ürkme gibi kötü bir alışkanlığımız var. Mesela İstanbul gibi metropol bir şehirde balkonu mezarlıklara bakan apartmanların fiyatlarının, mezarlık manzarası olmayan apartmanlara nazaran daha ucuz olduğunu yıllar önce haberlerden öğrenmiştik. Oysa bizim medeniyetimizde mezarlıkların sadece şehrin merkezinde yer almaz, aynı zamanda mezarlık içindeki mezar taşları adeta bir sanat eseri olarak karşımıza çıkar. Aynı durum Kovaçi şehitliği için de geçerli. Kovaçi şehitliği, bembeyaz görünümüyle adeta bir cennet bahçesini andırıyor. Belki de görebilen gözler için gerçekten bir cennet bahçesi. Şehitlik, zahiren bu dünyadan göçmüşlerin defnedilmiş olduğu yer olsa da batınen Boşnakların direnişi, şahlanışı ve yeniden dirilişinin sembolü olduğu görülüyor.

Şehitliğe girdiğimizde, burada medfun bulunanların 1992-1995 yıllarında şehit düştüklerini mezar taşlarından anlıyoruz. Şehitliğin içinde bir mezar hemen dikkat çekiyor. O da Aliya İzzetbegoviç’in mezarı. Bir mütefekkir ve devlet adamı olan Aliya’nın mezarı, tıpkı yaşantısı gibi oldukça mütevazi. Mezar taşında yer alan Arapça Abdullah yazısı, kendisinin Allah’a kul olmayı bütün dünyevi makam ve şöhretlerden üstün gördüğünün bir delili. Bu noktada kendisine yakıştırılan bilge kral tabirini yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bununla beraber Aliya’nın mezar taşında yer alan Boşnakça ‘Biz asla köle olmayacağız’ sözü, adeta Kovaçi mezarlığının varlık sebebini açıklar vaziyette. Mehmed Akif’in şu dizeleri Kovaçi Şehitiğine ne kadar da güzel uyuyor:

“Ey mezaristan, ne alemsin, ne yüksek fıtratın!

Sende pinhan en güzin evladı insaniyyetin;

Senden istimdad eder feryadı ye’sin, haybetin.

Bir yığın göz nurusun, yahud muhammer tıynetin,

Ruh-i pakinden coşan gözyaşlarından milletin!

Şanlı bir tarihsin: Mazi-i millet sendedir.

Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir;

Devr-i istila durur yadında, devlet sendedir!

Çünkü hürriyyet, hamaset sende, gayret sendedir,

Zindegi zillettir artık, bence izzet sendedir!”

Şehitlikle ilgili bir başka dikkat çeken husus, şehitliğin yanında bir Osmanlı mezarlığının olmasıdır. Bu durum sadece Kovaçi şehitliğine özgü değil. Bosna’nın muhtelif şehir, kasaba ve köylerinde de Osmanlı’dan kalma mezarlara rastlamak mümkün. Bu noktada bir mezarlığın ehemmiyetine ilişkin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı kitabında ilginç bir anekdota değinmek yerinde olur. Tanpınar, Mütareke yıllarında Ermeni meselesinden dolayı Erzurum’a gelmiş olan Amerikan heyetinin dönemin Belediye Reisi Zakir Bey’le görüştüğü bahseder. Belediye Reisi, Erzurum’da hangi milletin çoğunluğa sahip olduğunu anlatmak için heyet başkanını evin penceresine götürür ve şunları söyler:

‘Bakın, şurada bütün şehri saran bir taşlık var. Onun da ortasında yirmide biri kadar duvarla çevrilmiş bir yer var. O büyük taşlık Müslüman mezarlığı, o küçüğü de Ermeni mezarlığıdır: bunlar kendi ölülerini yemediler ya!’

Dolayısıyla gerek Kovaçi şehitliği gerekse Bosna’da bulunan eski ve yeni mezarlıklar, Bosna’nın sahiplerinin kim olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle mezarlıkların tapu senedinden farklı olmadığını söylemek mübalağa olmasa gerek.

Yaşayan Osmanlı mahalleleri

Konakladığımız hotelin Kovaçi şehitliğine yakın olmasının yanında, aynı zamanda hotelin Saraybosna’nın doğusunda yer aldığını öğreniyoruz. Günümüz Saraybosna’sının doğusu Osmanlı döneminde inşa edildiği için -ki burası Saraybosna’nın eski yerleşim merkezidir- şehrin bu tarafı Osmanlı şehri görünümündedir. Şehrin batısı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Yugoslavya döneminde inşa edildiği için,- şehrin batısında bulunduğunuzda kendinizi bir Batı şehrinde hissediyorsunuz. Bu açıdan Saraybosna’da bir Doğu ve Batı sentezini görmek mümkün ki burası Doğu ile Batı’nın buluştuğu ve 1992-1995 yıllarındaki savaşın gösterdiği üzere, Doğu ile Batı’nın çatıştığı bir bölgedir.

Biz yine şehrin doğusu üzerinden yazımıza devam edelim.

Saraybosna’nın daracık sokakları, cumbalı evleri ve mahalle camiilerinden yükselen ezan sesleri, insanın ancak kendi evinde bulabileceği huzur ve güven hissini veriyor. İlginçtir, Türkiye’de Osmanlı bakiyesi mahalleler bir bir yok olurken, hatta İstanbul’da çeşmeler ve türbeler apartmanlar arasında sıkışmış haldeyken, Saraybosna’nın bu bölgesinde insanlar Osmanlı mahallelerinde yaşamaya devam ediyor. Ve bu durum sadece Saraybosna’ya da özgü değil. Tıpkı mezarlıklarda olduğu gibi, Travnik ve Konjic gibi şehirlerde, keza yol üzerinde karşılaştığınız köy ve kasabalarda Osmanlı mahallelerine rastlamak mümkün. Türkiye’de ise Osmanlı bakiyesi mahalleler büyük ölçüde yıkılmış ya da harabeye dönüşmüş durumda. Ayakta kalmaya başaranlar ise varlığını turizme borçlu.

Başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin genelinde Osmanlı mahallelerin kaybolması aslında çok da yeni bir gelişme sayılmaz. Turgut Cansever’in aktardığı üzere, aşağı yukarı 150 yıldır Türk aydınının kahir ekseriyeti, Osmanlı toplumunun göçebelikten kurtulamadığı, bilakis derme-çatma evler ve bunlardan oluşan köy benzeri şehirler inşa ettiğine dair bir kanaate sahiptir. Oysa Cansever aydınların sahip olduğu bu kanaatin, evlerde neden ‘küçük ölçünün’ esas alındığını kavrayamamaktan ileri geldiğini söyler. Çünkü evlerin küçük ve basit malzemeyle inşa edilmesinin temel sebebi, evin, ailenin değişen ihtiyaçları ölçüsünde değişimine imkan sağlamasıyla alakalıydı. Yani insanların meskun tuttuğu evler, şartların gerektirdiği ölçüde yenilenebilme özelliğine sahipti. Bunun yanında evlerin inşasında ahşap ve kireç gibi nispeten dayanıksız malzemelerin tercih edilmesi, Cansever’a göre İslam dünya görüşü ve tasavvufi duyarlılıkla açıklanabilir bir olgudur. Bu bağlamda ahşap, kalıcılığı temsil eden taş karşısında değişimi ve dinamizmi temsil etmekteydi. Dikkat edilecek olursa, Osmanlı, camii, medrese, türbe hamam, çeşme, imaret gibi eserlerin inşasında taş kullanmıştır. Bu eserlerin inşasında taşın kullanılması, bu eserlerin kalıcı değere sahip olduğunu gösterir. Bir başka ifadeyle, bu eserler değişmez büyük değerler sistemini sembolize eder. Bu eserlerden farklı olarak ahşap ve kireç ile inşa edilmiş mahalle ve sokaklar ise, günlük hayatın şartlarına göre şekillendiği için değişime açık şekilde tasarlanmıştır. Osmanlı mahallesinin sahip olduğu bu özellikten dolayı, her nesil kendi zevk ve ihtiyacına göre şekillenmiş bir mahallede yaşama imkanına sahip olabiliyordu.

Anlatılanlardan anlaşıldığı üzere, günlük hayatımızda olağan gözüken ev, mahalle, sokak gibi olguların düzenlenmesi, bir dünya görüşünün somut birer yansımasından ibarettir. Bir başka ifadeyle, Osmanlı’nın ev, mahalle ve sokak inşasındaki tercihleri bir değerler sistemine dayanıyordu. Şimdi, Saraybosna’nın doğusunda yaşayanların bu değerler sisteminin ne kadar farkında olduklarını bilmiyor olsam da en azından bu bölgenin sakinleri bu değerler sisteminin içinde yaşamak suretiyle, bu değerlere öğrenebilme imkanına sahipler. Türkiye’de insanların birçoğu bu imkandan mahrum. Sebebi ise bu mahallelerin yokluğu. Öte yandan bu hususun bir başka yönüne de temas etmeliyiz. O da tarihi mirası muhafaza etme konusundaki hoyratlığımız. Nufüs artışı ve değişen yaşam şartları nedeniyle toplumun oturduğu ev ve mahallenin değişime uğraması doğaldır. Ne var ki başta İstanbul olmak üzere, Türkiye’nin farklı şehirlerinde tarih bilincimizin çok zayıf olduğuna bizzat şahit oldum. Halbuki bugün Roma, Amsterdam ve Paris sokaklarında yürüdüğünüzde, tarihi yüzyıllar öncesine dayanan bir şehirde yürüdüğünüzü kolayca farkedebilirsiniz. Ayrıca bu şehirlerde her yıl milyonlarca turisti ağırlanmasına rağmen, tarihi şehir merkezlerinde tarihi dokuyu bozacak yüksek binalara rastlanmaz.

Tarihi yapıların korunması yaşayan ve gelecek nesillere, o toprakların tarihini, değerlerini, geleneğini, kimliğini ve medeniyetini, kısaca kim olduğunu hatırlatır. Bundan dolayı korkarım ki Türkiye’de gökdelen ve aşırı lükse olan ilgiden dolayı tarihi binaların yok olması, gelecek nesillerin kendi geçmiş ve kimliğinden habersiz; yani tarih bilincinden yoksun yetişmesine yol açacak. Ne diyordu Şeyh Edebali?

Geçmişini bilmeyen geleceğini bilemez oğul! Geçmişini iyi bil ki geleceğe sağlam basasın, nereden geldiğini unutma ki nereye gideceğini unutmayasın!

Şehrin kalbinin attığı yer: Başçarşı

Saraybosna’nın Osmanlı bakiyesi bir şehir olduğunu gösteren bir başka muhit Başçarşı’dır. Osmanlı’nın hükmettiği şehirlerde ticari hayatı canlandırmak için çarşı inşa etme geleneğinin olduğunu biliyoruz. Başçarşı’da bu geleneğin bir neticesi. İnsan Başçarşı’ya adım atar atmaz, kendini Bursa ya da Safranbolu’daki Osmanlı çarşılarından birinde hissediyor. Başçarşı’nın girişinde yer alan sebil, adeta çarşının sembolü olmuş. Ecdadın inşa etmiş olduğu bu çeşmeler, bu topraklarda nasıl bir imar faaliyetinin gerçekleştirildiğini göstermekte. Çeşme diye geçmeyelim. Zira temiz suya erişimin zor olduğu dönemlerde bu çeşmelerin varlığı çok önemliydi. Kaldı ki bu çeşmelerden herkes su içebiliyor. İnsanın dini, ırkı, yaşı ve cinsiyetinin hiçbir önemi yok. Bahsettiğimiz sebilden farklı olarak Başçarşı’nın farklı yerlerinde, keza Saraybosna’nın mahallelerinde de çeşmelere rastlamak mümkün. İstanbul’un çeşitli yerlerinde muslukların çalınması nedeniyle çeşmelerin kullanıma kapalı olmasından farklı olarak Saraybosna çeşmelerinden şarıl şarıl su akmaya devam ediyor.

Başçarşı, insanın gün içerisinde kah yemek yiyerek, kah kahve icerek, kah alışveriş yaparak ve kah vakit namazlarını camiilerde eda ederek rahatça vakit geçirebileceği huzurlu bir yer. Gördüğüm kadarıyla Başçarşı turistik bir yer olmasına rağmen, yemekler hem kaliteli hem de fiyatı uygun. Ayrıca Başçarşı esnafının açgözlü ve hırslı olduğuna dair bir intibanın bende oluşmadığını söylemem gerekir.

Merkez Camii: Gazi Hüsrev

Başçarşı’nın tarihi sokakları arasında yer alan camiiler, Osmanlı çarşısında bulunduğumuzu bize yeniden hatırlatıyor. Bu minvalde sadece Başçarşı’nın değil, Saraybosna’nın sembol camiisi olan Gazi Hüsrev camiisine değinmeliyiz. Aslında Gazi Hüsrev Camii, bu mekanın sadece bir parçası. Çünkü burası, İstanbul’un birçok yerinde olduğu gibi içinde camii, türbe, imaret, çeşme, kütüphane, medrese ve hamam olmak üzere bir külliye olarak inşa edilmiş. Külliye geleneği, başta ibadet, eğitim, temizlik ve yardımlaşma olmak üzere, İslam dininin hayatın her alanına hitap etme özelliğini sahip olduğunu göstermektedir. Dahası bu külliyeler, bize hayata nasıl bir bütünlük perspektifinden bakmamız gerektiğini gösteriyor.

Gerek Gazi Hüsrev gerekse diğer camiilerden yükselen İstanbul ağzıyla okunan ezan sesleri, insana evinde olduğu hissini veriyor. Keza müezzinlerin fes takmaları, imam efendilerinin sarık ve cübbe şekli, namazlardan sonra yapılan toplu tesbihat ile dua ve namazdan sonra imam efendi tarafından okunan aşr-ı şerifler, bu topraklarda Osmanlı medeniyetinin hala canlı olduğunu bir kez daha bizlere gösteriyor.

Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez

Son olarak bu toprakların sakini ve sahibi olan Boşnaklara da bir bahis ayırmamız gerekir. Aksi takdirde yazı eksik kalacak. Boşnakları bir yönüyle şanssız ve ve bir yönüyle şanslı görüyorum. Şanssız, çünkü 1878 yılında Osmanlı idaresinin sonlanmasıyla birlikte bir nevi azınlık olarak yabancıların idaresinde yaşamaya mecbur olmuşlar. Bu durumun özellikle dini yaşantı üzerinde olumsuz etkilerin olduğu biliniyor. Üstelik doksanlı yıllardaki savaşı sonlandıran Dayton antlaşması, Boşnakların tam anlamıyla bağımsız bir devlete sahip olmalarını sağlamamış. Boşnakların şanslı olduğu hususa gelecek olursak, Boşnaklar, yukarıda değindiğimiz üzere, hala kim olduklarını hatırlatacak tarihi eserlere sahip oldukları ler. Bu eserlerin önemini vurgulamak adına bir alıntı daha yapmak istiyorum. Şöyle diyor Tanpınar:

Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.

Belki de bu eserler ve Osmanlı bakiyesi gelenekler sayesindedir ki savaştan sonra Boşnaklar nezdinde dini hayatta bir canlanma meydana gelmiş. Tanpınar’dan mülhemle, bu eserlerin insanı pozitif manada etkileyecek ve şekillendirecek ruha sahip olduğunu düşünüyorum. Yazının başında geçmişte Boşnakların dinden uzak bir hayata sahip olduğunu düşündüğümü söylemiştim. Bugünkü idrak ve bilgi seviyemle bu kanının yanlış olduğundan eminim. Kaldı ki bir toplumun dindarlığını belirlemek için kıstas nedir? Mesela camiinin cemaat sayısını kıstas alacak olursak, Saraybosna’daki merkez ya da mahalle camiilerinin cemaatının, Türkiye ya da Avrupa’nın çeşitlli şehirlerindeki Türk camiilerinin cemaatından daha az olmadığını söyleyebilirim. Ayrıca kadınlar, en az erkekler kadar vakit namazlarına iştirak ediyorlar. Buna ek olarak yukarıda belirttiğim gibi, esnaf bende dürüst bir intiba bıraktı. Bunların ötesinde beni en çok etkileyen hususlardan birisi, dış görünüşü itibariyle sarışın, mavi gözlü ve aynı zamanda farklı bir lisana sahip insanlarla ünsiyet kurabiliyor olmak olmuştur. Neşet Usta ne güzel buyurmuş:

Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez

Kaynak

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu