MÜNEVVER’E ELVEDA VE GEÇMİŞİN HARABELERİ
Öykü • MÜNEVVER’E ELVEDA VE GEÇMİŞİN HARABELERİ
MÜNEVVER’E ELVEDA VE GEÇMİŞİN HARABELERİ
Dilini koru, kalbini koru, beni koru…
Her şey geçiyor Münevver. Gün doğuyor, gün batıyor, bugün
canında neyi taşıyorduysan kıymık misali, eskiyip gidiyor. Bak ömür de
geçiyormuş. Geçmez zannederdik, damarlarımızda akan gençliğin kanı bizi yarı
yolda bırakmaz zannederdik. Oysa bak, biz bu dünyadan geçtik Münevver. Alıp
verecek az bir soluğumuz kaldı. Çok vaktim yok kalamam yanında, biliyorsun
göremem onu. Sana veda etmeye geldim. Son kez gözlerinin içine bakmaya,
ellerinden yediğim lokmalara teşekkür etmeye, bu hikâyeye bir nokta koymaya
geldim. Ben hep geldim Münevver, biliyorsun, Sefer gitti, sen delirdin, ben
geldim. Ne kadar uzağa gitmişsem en başında, o kadar da gerisingeri geldim.
Ne kadar sıkı tutuyorsun elimi. Gözlerinde fer kalmamış,
ölecek diyorlar üç beş güne ama kollarının kuvveti hala yerinde demek. Gitmemi
istemiyorsun belli. Oğlun gelecek birazdan, gitmeliyim. Kafamı kaldıramam Münevver,
bakamam yüzüne. Ya onun gözlerinden bir ışık taşıyorsa gözlerinde, ya çehresi
benziyorsa birazcık bile olsa. Ya ağzını açsa, kelimelerin aralarına nefes
boşlukları koyarak konuşuyorsa, ya o da istiyorsa dünyayı kurtarmayı, o da
pençesindeyse bir kara sevdanın. Nasıl derim bu yollar daha önce yüründü. Nasıl
tutar dizlerim, dilim nasıl döner? Ondan parçalar görmek beni seneler sonra
mahvedemez mi sanıyorsun? Unutmak ne mümkün Münevver. Para, hırs, mal, mülk
hepsi geçiyor bir noktada. İnanmazsın, saçlarının güneş sarartmış buklesi bile
sönüyor. Ama insanın gönlü neyden geçtiyse o kalıyor. İnsan toprağa giriyor,
çürüyor hatta, iki üç kemik parçası kalıyor geriye bu gürbüz etten. Alacağı
varsa bir insanın, hayattan, aşktan, nefretten; kapatılacak hesaplar kapanmıyor
Münevver. Ellerimin heyecanı, gözlerimin kederi, içimin dumanı. Biliyorsun ki
benim ondan alacağım var.
Boynundaki fotoğraf makinesinin ipi kesmeye başlamıştı
artık. Beton gibi makine yapıyorlar diye düşündü ağrıyan omzunu ovuştururken.
Muhtar da geliyordu karşıdan, aman ne iyi. Şimdi bir ton tantana, açıkla
açıklayabilirsen. Kültür varlıklarını koruma de, fotoğraf çekiyorum belgelemek
için, devlet istiyor de. Şurada toplasan elli hane yaşamaz bu köyde, eski,
yıkık, yıpranmış neyiniz var de. Belki birkaç konak, Rumlardan kalma taş ev,
şansımız varsa bir iki sütun. Muhtar söyler söylemez anladı neyden
bahsettiğini, aklında beliren tek bir yer. Herkesin yolu oranın önünden geçer
tam ortasında köyün. Fotoğrafçı filmleri değiştirdi kahveden çıkmadan. İkram
ettikleri çayın dibindeki soğuk kısmı kafasına dikti. Hadi bakalım diye düşündü
mutlaka, bu sefer ne bulacağız. Vardıklarında gülmek istedi, kahkaha atmak,
buranın bir ev bile olmadığını söylemek istedi. Önünde durdukları yangın
harabesine bakarken, bunun artık bir kültür varlığı olmadığından emindi. Emindi
ama muhtar da öyle olduğundan emindi. Bu harabenin ardında bir hikâye vardı
yıllar boyu külün temizlenmesini engelleyen. Her evinden çıkanın göz göze
geldiği bir hikâye. Vaktim var dedi fotoğrafçı, misafirhanede uyurum bu gece.
Gerisingeri döndüler kahveye. Yaşlı genç, çoluk çocuk. Zaten bildikleri,
yüzlerce kez dinledikleri bu hikâyeyi hâlâ ilk günkü heyecanla dinlemeye
hazırdılar. Fotoğrafçı da hazırdı.
Yok Münevver, günah çıkartmaya gelmedim ben. Zaten olanlar
kimin sevabı, kimin günahı artık Allah bilir. Seneler geçti beni o trene
bindirdiğin günün üstünden. Git, hayatını başkalarına kurban etmeden git
deyişin hâlâ çınlar kulağımda. Ben gittim, hayatımı kurban etmedim. Ama seni
benden geriye kalan yıkık dökük ne varsa ona mahkûm ettim. Seni, Sefer’e mahkûm
ettim.
Her şey Füsun’un yaraları iyi etmesi ile başlamış. Füsun,
saçlarını güneş kıskanır Füsun, bastığı toprak yeşillenir Füsun, gözleri birer
elmas Füsun. Ellerinin şifalı olduğunu fark edince dehşete kapılmış önce. Böyle
mucizeler her kula nasip olmazmış, bilirmişler bunu. Bir öğrenince kanında
yıllar yılı taşıya geldiği bir efsun var, haftalarca çıkmamış odasından.
İnsanoğlunun kendinden yüce şeylerden korkması lazım gelir, Füsun da bunu
bildiğinden olsa gerek korkmuş, çok korkmuş. Sanki elleri, gözleri, tutacak
birini yakalarından öldürecek sanmış. Kimseye yanaşmaya razı gelmemiş bu yüzden.
Kendini kapattığı odacıktan dışarı adımını atmamış. Çok yalvarmış annesi, bak
kızım sen benim kızımsın, senden bana zarar gelmez dediyse de dinletememiş.
Halbuki yeteneğinin sınırlarını bilmekten çok uzakmış Füsun. Birini gerçekten
öldürebilir mi mesela sadece isteyerek, yoksa bir acıları dindirmeye mi yarıyor
parmaklarının ucunda kıvıldayan efsun? Eskiden beridir ufacık kağıtlara kargacık
burgacık yazılan muskalar yoluyla mı işliyor acaba, yoksa ancak hakkında
hikayeler duyduğu batının süpürgeli, uzun şapkalı kadınlarının ellerindeki
sopalar ile mi? Bilememiş. Bilmek istememiş. Kendine yabancı kalmış. Git gide
uzaklaşmış onun olduğuna inandığı her şeyden. Bir başına, dört duvarda haftalar
hatta aylar geçirmiş.
Devran döner Füsun kendini yer bitirirken bir araba varmış
köye. Meğerse odasından çıkmayan kadının namı yedi düvele yayılmış. Ankara’dan
geliyormuş araba, üst düzey bir memur demişler, kimse belki hayatında memur
görmemiş o vakte kadar. Arka koltukta uzunlamasına yatırılmış çelimsiz bir
oğlan. Babası kucaklamış oğlanı, Füsunun kapısına varmış. Ölecek demiş, hatta
öldü sayılır. Sen onu yaşatsan da öldürsen de başım üstüne. Benim elimde tek
atımlık bir kurşun kaldı demiş, ya iyi edersin onu ya da burada, bu kapının
önünde hastalıktan önce soğuk alır canını. Füsun kendimi değil sizi korumak
için girdim bu duvarlar ardına demek istemiş. Bak yıllar oldu ellerim beton duvarlardan
başka bir şey tutmayalı. İçimde dönüp duran büyüler dillerime varıyor, zor
yutuyorum. Korkuyorum bu dört duvar sizi benden korumayacak. Korkuyorum,
bırakın beni. Ama adam vazgeçmemiş. Kapının önünden ayrılmamış. Yeminler etmiş
Füsun o kapıyı açmayacağına, büyüler fısıldamış kilitler açılmasın diye. Ama
kendi kendinin takatini tüketmiş sonunda. Varmış açmış kapıyı sonuna kadar.
Bakmış kendi yaşlarında, esmer bir delikanlı. İçerideki döşeğe yatırmalarına
müsaade etmiş, sonra da çıkartmış herkesi. Ne yaptı, nasıl yaptı bilinmez tam
iki gün sonra sapasağlam yürüyerek çıkmış delikanlı odadan. Sefer’miş adı.
Onunla birlikte Füsun da çıkmış. O an, ayağı karlar kaplı taş yola değdiği o an
karar vermiş kaderinden kaçmamaya. İlk iş annesine varmış, sarılmış öpmüş.
Sonra hayatında önemli, annesinden sonra kim geliyorsa ona, çocukluğunun
tozlarla kaplı günlerinde kimin ellerinden tuttuysa, kiminle bölüştüyse yediği
tek bir lokmayı bile, ona. Bu hikâyenin seyrini baştan uca değiştirecek olana,
ölümün ve yaşamın arasında kararı veren kişiye, Münevver’e.
Fotoğrafçı sürekli yenilendiğinden kaçıncıyı içmekte
olduğunu bilmediği çay bardağını elleri arasında döndürdü. Sobaya en yakın onu
oturtmuşlardı ama ellerini bir türlü ısıtamıyordu işte. O sırada Füsun’un uzun
kış günlerinde parmaklarının uçlarında gezinen büyüyü nasıl susturduğunu düşündü.
Onun da böyle uyuşuyor muydu elleri acaba, dokunduğunu anlamaktan aciz hale mi
geliyordu? Ne kadar çabalarsa çabalasın o da ısıtamıyor muydu? Onun gibi
yattığı yatakta tekrar yatmayan birinin Füsun’un verdiği kararı anlaması
beklenemezdi ama düşünmeye çalıştı, dört duvar. Ama pencereler ama pervazlar
ama perdeler. Ama ellerin değecek neredeyse ama fersah fersah uzakta. Montunun
cebinden bir çakmak buldu çıkarttı. Parmaklarına tuttu, ısınsınlar diye değil,
Füsun’u anlar mıyım diye, merakından.
Geçip gitmeyecek sandığım anlar oldu benim. Bir fotoğraf
karesindeymişiz gibi hep orada, o şekilde kalacağız, hep öyle hissedecek hep
öyle var olacağız sandığım. Ne büyük yanılgılar bunlar Münevver, ne büyük
cehalet. Oysa bak, hâlâ hissediyorum kapıdan dışarı adım attığım ilk günü,
ayaklarım kar sularından çoraplarıma kadar ıslak, üzerimde kim bilir kaç
senelik bir yelek. Ben delirmiştim, ayağımı o karlara basana dek, deliydim ben.
Sanki yaşamak nedir yeni baştan öğrendim. Sen de biliyorsun oradaydın. Bana
yaşamak nedir Sefer öğretti. Beni tuttu kollarımdan ayağa kaldırdı. Onun
sevgisi benim karnımı doyurdu, üstümü giydirdi, içimi ısıttı. Sen de ben de,
bugün ne kaldıysa o zamanlardan geriye, içimizde taşıyadurduğumuz, Sefer bize
ne bıraktıysa odur. Biliyorum Münevver, konuşmaya çalışma boşuna, biliyorum,
sana yalnızca bir kucak kül bıraktı.
Füsun kendini kapattığı evden bambaşka biri olarak çıkmış. Sadece
Füsun değil, Sefer de. Babasının Ankara’ya dönme planlarına karşı gelmiş. Tek
çocuğuymuş adamcağızın, elindeki tek varlığı. Gitmek istemiyorum diye diretince
elinden bir şey gelmemiş. Okumuş, tahsilli bir adammış Sefer. Böyle kuş uçmaz
kervan geçmez, alaca bir dağın tepesinde toplasan elli hane bir köyde,
vazgeçecek sonunda diye düşünmüş babası. Yine de oğlunu öylece bırakıp geri
dönmemiş. Köyün tam ortasına iki katlı kocaman bir ev yaptırmış. Sefer de köyde
okullu çocuklara ders vermeye, ihtiyacı olana dilekçe yazmaya, ufak tefek getir
götürü yapmaya başlamış. Ama vaktinin çoğunu Füsun’la geçirirmiş. Dağlara
çıkarlarmış bazen, eteklerinde böğürtlenler, dağ çilekleriyle dönerlermiş.
Üstlerinde mayhoş bir sevda, dillerinde şarkılar. Sefer şiirler okurmuş kış
gecelerinde. Upuzun, sonu gelmez şiirler. Baharı, kuşları ve aşkı anlatan
şiirler. Füsun’un büyüler yaptığı söylenir o vakitler. Dışarıda kar yağarken
saksıdaki menekşeyi açtırırmış. Sırf Sefer sever diye, yaz günü karnabahar
yerlermiş. Ucu bucağı olmayan bir mutlulukmuş ahvalleri. Ama uzun sürecek
türden değil. Gerçek mutluluklar daima kısa sürenlermiş.
Şimdi bir tas çorba koyuyorlar, içini ısıtsın diye. İyi
insanlara benziyor hepsi, eğer hep birlikte kafayı üşütmedilerse, bu hikâyeyi
biri uydurmuş olmalı mutlaka. Belki arazisi değerlidir evin, belki altına biri
bir şeyler gömmüştür seneler önce. Belki de evin sahibi hatırası yok olmasın
istemiştir, ucundan bir hayata tutunma çabası işte. Muhtar nerden buldu
getirdiyse bir battaniye koydu fotoğrafçının omuzlarına. Devlet adamıdır diye
düşündü, hatta memur belki de. Gördüğü saygının Sefer’in babasının hatırasından
ileri geldiğini hemen anladı fotoğrafçı. Ama yorgundu, itiraz edemedi. Ben
öylesine sıradan, hani kastta belki sizden bir üstte biriyim diyemedi.
O yaz, Füsun’un evden çıkışından sonraki ilk yaz. Bir şeyler
olmaya başlamış. Ekinler boy vermemiş, sular kirli akmış çeşmelerden, yağmurlar
kesilmiş. Ellerinde avuçlarında ne varsa gitmiş köylünün. Tarladaki mahsulü,
meradaki hayvanı, hepsi telef olmuş. Sebebini Füsun’a yormuşlar. Allah’ın
gücüne gitti ölümden insan döndürmek demişler. Başlarına bir lanet sardı
sanmışlar, Allah’ın gazabını üzerimize çekti kız demişler. Sefer’in hayata
dönüşüne karşılık, Füsunu öldürelim demiş içlerinden biri. Büyünün sırlarının
sır kalması gerektiğine inanan biri. Füsun ölürse her şey normale dönecekmiş,
inanmışlar buna. Söylenenler Münevver’in kulağına çalınmış bir gün. Bir çeşme
başında mahzun mahzun otururken. İçindeki oluru olmayan sevdaya lanetler
ederken. Ah şu efsun benim kanımda gezseydi de çıkartıp yok etseydim kalbimi,
mahvetseydim ne varsa ona dair. Yapamayacağını bilirmiş Münevver, uzaktan göz
süzüp iç geçirmekten başka elinden hiçbir şey gelmezmiş. Allah Sefer’i onun
kaderine yazmamış. Böyle avuturmuş kendini. Ama söylenenleri duyunca, Füsun’a bir
şey olmasın istemiş. Ucunda sevdanın ilmek ilmek düğümü de olsa Füsun yaşasın
istemiş. Bir gece vakti iki üç parça nesi varsa bir bavula tıkmış Füsun. Münevver
tek elbisesini, kenardaki üç beş kuruşunu bir de boynundaki muskasını vermiş
Füsun’a. Gözlerinden öpmüş, bir elvedaymış bu. Git, demiş, yaşamak için, arkana
bakma. Ben hep burada olacağım, tam arkanda, sana yönelen bütün bıçakları
kırarken. Aşağı kasabadan kalkan son trene yetişmiş Füsun.
O gün, biliyorsun, Sefer’e benimle gel deseydim, gelirdi. Ellerinden
tutsaydım, bana artık burada hayat yok deseydim. Ya da en azından bir hoşça kal
deseydim. Gittiğimi bilseydi Sefer, hem onun hem kendi hayatımı kurtarmak için
gittiğimi. Onu ne mahvetti biliyor musun Münevver? Bilmemek. Beni nasıl odalara
kapattıysa bilmediğime olan dehşetim, onu da parça parça etti. Şimdi
soruyorsundur, neden gel demedim ona. Diyemedim. Üzerimdeki laneti nereye kadar
yanımda taşıyacağımı Allah bilirdi. Atladığım kuyunun dibi belirsizdi, onu da
peşimden sürüklemek istemedim. Dilimdeki büyüyü kandaki zehri akıtır gibi
akıtmak istedim, olmadı. Ben, bu büyü nereye aitse oraya aittim. Ben Sefer
kurtulsun istedim. Onu kapımın önünde karlar içinde gördüğüm ilk günden beri,
ben hep Sefer kurtulsun istedim. Yapamadım Münevver. Ama çok iyi biliyorsun ki
sen de yapamadın.
Füsun gidince her şey normale dönmüş. Neredeyse her şey.
Nereye gitti nasıl gitti bilen kimse çıkmamış. Aramışlar bir süre, dağlara,
derelere bakmışlar, gözleri hep onu aramış. Bir süre sonra bulamayınca vaz
geçmişler. Bir anda buharlaştı, havaya karıştı zannetmişler. Ama Sefer vaz
geçmemiş. İnanamamış önce. Füsun onu bırakıp gidecek değilmiş kesin bir iş
varmış bu işte. Allah’ın işidir karışma dedilerse de dinlememiş. Günler,
geceler geçmiş. Sefer bir iz bulamadıkça daha da kaybolmuş. Sanki kendini
tüketmiş içten içe. Eninde sonunda bütün çırpınmaları korkunç bir umutsuzluğa
bırakmış yerini. Ama Münevver hiç ayrılmamış Sefer’in yanından. Dağlara mı
gidecek, yanında gitmiş, üşüdü mü ateş yakmış, aç mı doyurmuş. İçinde biriktirdiği
bütün sevgiyi ona vermiş. Evinin bahçesine güller dikmiş Sefer’in, yoldaki
çakılları temizlemiş ayağına batmasınlar diye. Ama Sefer görmemiş. Hiç
çiçekleri koklamamış, önüne bakmadan yürümüş. Sanki bir böcek gibi içinde canlı
olan neydiyse yürümüş gitmiş, bir kabuğu kalmış geriye. Sefer bittikçe Münevver
bitmiş. Ama yenilgiyi hemen kabullenmemiş. Etrafta ne kadar muska yazan, büyü
yapan insan varsa gezmiş. Bir çare, bir yol aramış. Füsun Sefere büyü yaptı
demiş herkes. Onu kendine bağlamış, kırılmaz. Bir düğümü çözmek demek bin düğüm
atmak demek, onulmaz bir dert bu.
Dudakları kıvrıldı bu cümleye fotoğrafçının. Daha dün sabah
defterine düştüğü notu hatırladı, “Devasız dert icat olundu sevgilim, haberin
yok mu? Aşk nicedir oluyor icat olundu.’’ Ah Füsun, kim bilirdi bir yaralı
kuşun bunca bela açacağını. Birbirine orta yerlerinden bağlanmış hayatların
kaderin örgüsündeki bir karışıklık ile darmadağın olacağını kim söyleyebilirdi.
Ben Füsun’um diye düşündü ellerini birbirine sürterken. Teninde dikenler
taşıyan, uzun uykulara rüyalar getiren, yollara düşüp asla geri dönemeyen,
benim işte.
Defter dolusu yazılar yazmış Sefer hepsi de Füsun için. Bir
meltem esse karşı dağdan, Füsun’dan geliyor sanmış. Bir araba geçse sokaktan,
bir parça ekmek görse sobanın üstünde, azıcık yemek. Etrafında dönüp duran
Münevver’i görmeyi reddetmiş. Bilerek görmezden gelmemiş gerçi, gözleri sahiden
görmemiş. Bir perdenin ardından bakıyormuş hayata, hep uzaktan, hep alaca.
Münevver bir yol bulana kadar sürmüş bu. Uzaklarda bir yerlerde, büyünün
sırrına ermiş biri ona gerçeği fısıldayana kadar. Ateş. Doğumun ve ölümün
rengi. Yaşamın sonu ve başlangıcı. Yakacaksın onu demiş kadın Münevver’e. Ne
varsa ondan kalan, her şeyi, herkesi yakacaksın. Ateş sen olacaksın. Sen de
yanacaksın bu belli, fakat yakacaksın da. Çocuğun için yapacaksın demiş. O
vakte kadar bilmiyormuş Münevver bunu. Öğrenmiş öğrenmesine ama bunu bilmek
hiçbir şeye çare olmamış. Kanayan yaraya merhem diye basamamış çocuğunu çünkü
bütün sevgisini Sefer’e verip tüketmiş. O zaman anlamış elinden bir avuç kor
olmaktan başka bir şey gelmeyecek. Yakacak, yıkacak ama yaşayacak. Bir gece,
sabaha karşı, güneş doğdu doğacak o tan yeri kızıllığında, ateşe vermiş evi.
Dumana uyanan komşular koşmuşlar, dereden su taşımışlar kova kova. Biri girip
yıkıntıların içinden çıkartmış Münevver’i. Sefer üst kattaymış. İçine çökmüş
ev. İçin için yanmış. Aradan günler geçtikten sonra bile hala kızgın kor
parçaları bulmuş insanlar yıkıntıda. Münevver büyüyü kırmış. Füsun’a dair ne
varsa, kim varsa yakmış.
Hayır Münevver. Katil değilsin sen. Bunu içinde bir yara
olarak taşıdın bunca yıl, en sonunda kanser etti seni. En iyi ben bilirim seni
delirten ne. Bak saçlarımı boyuyorum senelerdir. Sefer rengini çok severdi,
şimdi birazcık aksa boya aynalara küsüyorum. Bakamıyorum aksime Münevver,
gözleri değmiş gözlerime, elleri tutmuş ellerime bakamıyorum. Bizim alacağımız
kaldı bu hayattan, yemin olsun, senin, benim, Sefer’in. Hatta belki şimdi
kocaman adam olmuştur oğlunun. Benim hâlâ karıncalanıyor avuç içlerim. Beynimde
senelerdir süren bir zonklama. İs karası elbiseler giyiyorum, matemim bu benim.
Bu benim acım Münevver bu benim lanetim.
Fotoğrafçı devamını duymaya hazırdı. Füsun döndü desinler,
bir enkaz bir bebek kalmış geriye bıraktığı adamdan, o da tuttu kendini astı
desinler diye bekledi. Evet evet ya da kendini kapatsın tekrar bir yerlere.
Uçurumlara atsın kendini, köprülerden atlasın, şarampollere yuvarlansın. Ahı
tutsun ya da bütün köyün üzerine kara bulutlar salsın, yedi göbek çocuklarına
bile gün yüzü göstermesin istedi. Füsun bir şey yapsın istedi fotoğrafçı, var
olsun istedi. Oysa hikâye burada bitmişti. Herkesin yüzünde ezbere bildiği bir
yolun sonuna varmış olan yolcunun rahat, huzura ermiş ifadesi. Yol burada
bitti, ben artık yolcu değilim. Misafirhaneyi gösterdiler fotoğrafçıya, birkaç
saat uyusun, zaten şurada ne kaldı şafağa. Sabah ilk iş enkazın fotoğraflarını
çekti, her açıdan. Kaç film doldurdu, kaç kare, kaç deklanşör sesi.
Elinde gazetesi, sabah kahvaltı namına bir bardak çay
içecekti. Bir pastanede oturmuştu, sonra kalkıp gidecek istifa ediyorum
diyecekti. Dayanamıyorum. Ben Füsun’um enkaz enkaz gezmek alnıma yazılmış.
Üçüncü sayfada bir cinayet haberi. Bir kadın hastanede yatan birini öldürmüş.
Böyle şeyler her gün olur diye düşündü, neden haber yapmışlar ki bunu. Yazının
devamını okudu. Elini alnına koymuş kadın. Hasta ölmüş. Tek dokunuşuyla. Ah
Füsun. İnsanları iyi ederdi senin büyün. Demek hala bir şeyler öğreniyorsun, bu
yaşında bile. Olmasından korktuğun ne vardıysa oluyor demek. Kendini
durduramıyorsun, üzerine kapılar kapatmak kilitler vurmak kar etmiyor. Demek
alacağını böyle tahsil ediyorsun. Ellerin ölüm getiriyor demek Füsun. Bunca
sene sonra, ellerin hâlâ ölüm getiriyor.