Küreselci ve ulusalcı düalizmin cenderesindeki bir seçimin ardından ‘İslamcılık’
Seçimler; küresel ilgi ve ulusal hassasiyetlerin gölgesinde tamamlandı. Uzmanlar ve analistler konuyu pek çok boyutu ile tartışarak anlamaya, anlamlandırmaya ve anlamlandır-t-maya çalışıyorlar. Bu seçim tartışmasız küresel yapıların ve uluslararası kuruluşların da oldukça yakından takip ettikleri ve hatta kuralsız ve asimetrik olarak topa girdikleri bir seçim oldu. Bunun ulusal sebepleri olmakla birlikte küresel sebepleri de var muhakkak.
Tüm dünyada soğuk savaş dikotemisini andıran bir çift kutuplu iklim yaşatılıyor. Tüm dünya yapısal kriz bölgeleri ve tematik başlıklar üzerinden bu dikotemik renkte bir yere doğru itilirken taraf olmaya zorlanıyor. Oyun kurucunun arzu ettiği renge, bağlama oturmayan yapılar sistem dışına itilerek örselenmeye ve değersiz kılınmaya çalışılıyor. Tarafların inşa ettikleri tüm Proxy unsurları her türlü durumda oyun içinde tuttukları oldukça agresif bir dönemin içindeyiz. Geleneksel gerginlik alanları dışında, yeni çatışma alanlarında ortaya çıkan süreçlerle yeniden siyasal haritalandırmalar gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Küreselciler ve buna karşı teşekkül eden küresel ölçekli ulusalcı söylemlerin yereldeki aktörleri üzerinden yürüttükleri savaş her bölgede, ülkede farklı şekilde tezahür ediyor. Bu dikotemik iklim ansızın ortaya çıkmadı ve zaman içinde kendi taraflarını, kadro ve anlayış biçimini imal etti ve yeri geldikçe oyuna sokuyor. Bir taraftan sosyal süreçler manipüle edilirken, diğer taraftan uygun aktörler hazırlanıyor ve zamanı gelince de kadrajda dönemsel rolünü oynuyor ya da oynaması için bekletiliyor.
Türkiye uzun bir zamandır etkisi altında olduğu bu iklimin içinde seçime girdi ve hiç görmediğimiz kadar küresel aygıtları bu sürecin içinde gördük. Üstelik bir kısım siyasi aktörlerin bu uluslararası aktörlerle etkileşimlerini gizleyemedikleri pek çok fotoğraf kaydettik. Hatta bazı uluslararası kuruluşların, medya organizasyonlarının kendilerini açık etme, hatta taraf olma psikolojisi içinde acemilikler yaptıklarını da görme fırsatı bulduk. Siyasetin tarzı, propaganda ve seçimlerin ardından yapılan analizlerde de dikotemik küresel boyutun etkileri kendini çok güçlü şekilde hissettiriyor. Küreselcilerin siyasal programı ile hareket eden bir okuma biçiminin dayatılması yanında ulusalcıların milliyetçi form üzerinden pozisyon alarak yakın geleceği ve bugünü kendileri açısından zafer olarak tanımladıkları bir rol kapma telaşı içinde olduklarını gözlemliyoruz. Seçim sonuçları üzerinden yapılan rol kapmalarla bugün ve geleceğin muzafferini ilan etme çabalarını dikkatle takip etmek gerekiyor. Aslında bu iklimle dünya daha önce de soğuk savaş döneminde karşılaşmış ve dünya’yı mutlaklaştırdığı bir dikotemiye hapsettiğini görmüştük. Çift kutuplu bu dünya düzeninin üçüncü bir söylemin varlığına bile tahammül edemediği günleri.
Bazı güçlerin kontrollü bir şekilde kendini gizleme ve perde ardından yönetme gayretine girdiği, bazılarının ise perdenin tam önündeki nümayiş yerinde vaziyet aldığı; 1960’larda başlayan örtük ve gizil savaşın adına gizli savaş yerine diplomatik bir dil ile soğuk savaş ismi verildi ve tüm dünyanın iki küresel gövde etrafında yapılandırıldığına dünya inandırılmaya çalışıldı.
Bu hassas dönem yıllardır konuşuluyor olsa da insanlarda yarattığı en büyük tahribatın idrak, algılama becerisi ve psikoloji alanında olduğunu düşünüyorum. 1991 yılında fiilen yıkılsa da soğuk savaş tipi idrak hiçbir zaman etkisini kaybetmemiştir. İnsanları zihinsel olarak etkisine alan soğuk savaş tipi idrak bugün bile olayları kavrarken psikanalitik bir karabasan gibi etkisini göstermektedir. Bugün yaşanan post soğuk savaş ikliminde de geçmiştekinden mülhem güçlü etkiler hissedilmektedir. Farkı ise kendini güncellemiş haliyle bu sefer ortaya çıkacak üçüncü muhalefet aksını tartışmalı hale getirerek yapısal gövdesinde büyük tahribatlar açmaktır. Soğuk savaş dikotemisini kıracak ve onun bugünkü modern güncellenmiş versiyonu olan küreselci-ulusalcı düalizminden çıkartacak yapı İslamcılıktır.
Soğuk savaş döneminde oluşturulan sınırlandırılmış ve yapılandırılmış idrak kuşatmasını yıkmayı başaran ve bu cenderenin dışında kalmayı başaran İslamcı yapılardır. Tüm dünyada farklı veçhelerde teşekkül etse bile en güçlü siyasal, toplumsal İslamcı itirazın Türkiye’de çıkması ise rastlantı değildir. Özellikle siyasal veçhesi ile soğuk savaş dikotemisine en güçlü itiraz Milli Görüş hareketinden çıkmıştır. Bu sebeple Milli Görüş hareketi; sağ ya da sol olmayan yeni milli ve bağımsız bir söylemi ikame etmeyi başarmıştır. Prof. Dr. Necmettin Erbakan tüm siyasi hayatı ve devlet inisiyatifleri boyunca en çok başına bela olan; idrak narkozuna girmiş Anglosakson siyasetine ya da Avrasyacılık üzerinden Rus zihin hegemonyasına teslim olmuş insanlardır. Dünya’nın dönemsel gerçekliği üzerinden sürekli siyaset sürecinde içeriden ve dışardan hocamızın bunaltıldığı ortadadır. Yüksek siyaset aklı, temiz ve açık yöntemi, çalışkan ve paylaşımcı tabiatı ve samimi kadroları ile bu cendereyi her zaman aşmayı bilmiştir. İttifaklar ve tehditlerle soğuk savaşın gerektirdiği tercihlere zorlanan hocamız bu cendereleri ustalıkla aşmış ve milli hassasiyeti olanlar ile makul ve tanımlı prensipler üzerinden de çalışmayı bilmiştir. Milli, İslami ve manevi olanın bu cendereye saplanmayarak kendisine yol açacağı gerçeğini ortaya koymuştur.
Bugün de küreselcilik ve ulusalcılık arasına sıkıştırılmaya çalışılan Türkiye siyasetinin bu dikotemik baskıyı atmak adına ortaya koyduğu güçlü politik renk nedir ve bu renk yakın gelecekte neyi müjdelemektedir.
Küreselci yapılar, Türkiye siyasetin domine edici renginin medeniyet odaklı İslamcı siyasal söylem olduğunu bildikleri için uzun bir zamandır İslamcı siyasal dili yapısal olarak hırpalamaya çalışmaktadırlar. İslam dünyasında yaşanan işgaller ve savaş iklimi ile eş zamanlı yürüttükleri terörize süreçler sebebiyle İslamcılığın küresel imajını radikal unsurlar ve etki yönetimi çalışmaları ile hırpalamışlardır. Ülkemizde de 28 Şubat’la birlikte İslamcı siyasal dili örseleyen küreselciler ve onların yerli unsurları yasaklamalar, sınırlandırmalar içinde, Türk toplumunu daha baskın ve domine edici ve kendileri tarafından kontrol edilemez bir isyankâr asimetrik güce dönüşmesini engellemek amacıyla sağ muhafazakâr bir temsile müsamaha göstermişlerdir. İslamcı olmadığı müddetçe, İslamcı çağrışımlar yapmadığı müddetçe müsamahaya mecbur kalmışlardır. Kendileri açısından milliyetçi, muhafazakâr, devletçi, yerelci bir biçimle siyasal söylem ürettiği, İslamcı iddialarını yükseltmediği müddetçe İslamcılık tehditkâr olmayabilir ve nispeten kontrol altındadır. İslamcılık söylemi ve iddiası üzerinden var olmadığı müddetçe her türlü ara politik formun kabul göreceği inancına teslimdirler. Hatta bireysel yaşamında İslamcı bir arka plana sahip olsa da politik dil ve temsilinde muhafazakâr, özgürlükçü, devletçi, milliyetçi, eklektik bir görünümde olduğu müddetçe herhangi bir sorunda görülmeyebilecektir.
Bugün küreselci ve ulusalcı söylemin ortak tehdit algısı sadece İslamcılıktır. Sonraki dönemler için İslamcılığı tamamen tasfiye etmeye yönelik ortak bir çaba mevcuttur. İslamcıların iddia ve varlıklarını ipotek altına alacak çoklu model tüm boyutları ile aktif kılınmıştır. İki yapı içinde; dönüştürülmüş formlar, yeniden yapılandırılmış ve kontrol altında tutulmuş dindar formlar kabul edilirken İslamcılık asla kabul değildir. Bireyler ve topluluklar dindar olabilir fakat bireyler, toplum, siyaset, devlet ve küresel sistemik önerilere cesaret etmemelidirler. Sürekli olarak bir sistem ve model üreten İslamcılık bu karakteri ile her zaman başa bela olacaktır ve yok edilmelidir.
Türkiye’nin son 120 yılında var olan İslamcılığın dönüşmesi, cesaretinin kırılması, arkaik “ilkel, iptidai” olarak tavsif edilmesi ve asla yeniden iktidar iddiasının var olmaması için aşağılanmakta, örselenmekte ve her zeminde dövülmektedir. Ulusalcılar kadar küreselci yapılar için ana çalışma konusunun İslamcılar ve İslamcılığın olması iki seküler yapı için de yarattığı oyun bozucu varlığı ve gücüdür. Ülkemizde de sistematik olarak tüm küresel kaynak ve aygıtlar her taraftan İslamcılığa saldırmaktadırlar. Bu sürecin yarattığı en temel sonuç ortada görünür düzeyde kendisini İslamcı tanımlama cesaretine sahip nerdeyse birey, kurum ve kadro kalmamasıdır. Bu İslamcılığın bittiğinin göstergesi değildir, bu durum sadece yüksek düzeyli ve küresel kaynaklı saldırının yarattığı dönemlik epistemik vehmin bir sonucudur. TÜSES, TESEV gibi uluslararası kaynaklarla çalışan, Açık Toplum Enstitüsünün ülkemizdeki mümessili olan kuruluşların İslamcılar üzerine çalışmalarını yapması da bu sürecin en önemli göstergesidir. Bir küresel tasfiye hareketi ve operasyonunun ampirik, sosyolojik ve epistemolojik gövdesinin inşası için çalışma yapan bu ve benzeri kurumlar aynı zamanda veri üretmenin ötesine geçerek bir değişimleme ve yapı bozumu mesaisine de geçmişlerdir. Bunun pek çok alanda güçlü görünümleri olmakla birlikte özellikle Milli Görüş’ün partisi olan Saadet Partisi ile girdikleri yakın ilişki ortadadır. Temeli itibariyle CHP merkezli Millet İttifakı sürecinin ampirik ve stratejik ayağını yönetmek için görev yapan TÜSES ve SODEV ile Saadet Partisi arasındaki etkileşim son birkaç yıldır açık kaynaklarda yer almış, TÜSES araştırmacılarının Saadet Partisi içinde yaptıkları çalışmalar açık kaynaklara sunulmuştu. Bir düşünce kuruluşu ile bir partinin etkileşimi oldukça makul bir durum iken, bu kuruluşun Saadet Partisini var eden umdelerle muarızlık içinde olan ve George Soros’a bağlı Açık Toplum Enstitüsü ile etkileşim içinde bulunan bir kuruluş olması bu teması netameli bir boyuta sokmaktadır. Temeli itibariyle Millet İttifakı sürecinin felsefi, toplumsal gövdesini oluşturma çabası üzerinden süreç seyretse de zamanla bu etkileşimin siyasal gruplarla birebir boyut kazandığı görülüyor. Bu etkileşim ve temasın ilk bildik çıktısı Saadet Partisinin İslamcı bir karakter taşımadığını açıktan ilanı olmuştur. Bu süreç sonrasında politika yapım süreçleri ve Millet İttifakı içindeki değişen ve farklılaşan temsil biçimi ile Saadet Partisinin onu var eden geleneksel umdelerden ve özellikle İslamcılığın siyasal odağı olan ana rolünden uzaklaşmayı tercih ettiği ortadadır. Tabi burada mutlaka şunun ifade edilmesi gerekiyor ki; bu durum hareketin entelektüel kadrolarında ve eğitimli tabanında asla kabul görmemiştir. Temeli itibariyle konumuz Saadet Partisi olmamakla birlikte küresel yapının Türkiye’deki önemli kuruluşlarında biri olan TÜSES ile etkileşimin ardında ilk tartışma konusu yapılan konunun İslamcılık olması ve parti yöneticilerinin İslamcılığı reddeden ifade ve tutumları, İslamcılık karşıtı küreselci mesainin görece bir başarısı olarak görünebilir. Bu konu bu boyutu ile uzun vadede akademinin de gündemi olmaya değecek bir siyasal dönüşüm ve yapı bozumu sürecidir.
Peki, İslamcılığa yönelik saldırı sadece küreselciler eliyle mi gerçekleşmektedir?
Hayır, İslamcılık için daha büyük bir tehditkâr alan Ulusalcılar ve keskin, seküler milliyetçiliktir. Tüm dünyada artan küresel düzlemdeki ulusalcılık söylemi yabancı düşmanlığı olarak tezahür etmektedir. En sert faşist yapıların organize bir şekilde odaklandıkları nokta İslamofobi olmaktadır. Batı dünyasında ve Anglosakson etki alanındaki bölgelerde İslam’a ve Müslümanlara yönelik sistematik saldırılarda büyük bir artış vardır. Müslüman bireyler yanında, kurumlara ve İslami değer sistemi ve en çokta İslami siyasal anlayışa yönelik saldırılar gözlemlenmektedir. Hatta tüm dünyada yabancılara yönelik saldırılar biçim değiştirerek tamamen Müslümanlara dönmüştür. Bu küresel söylem ülkemizde de benzer nitelikli bir seküler ulusalcı söylem oluşturma ve etki yaratma arzusundadır. Yükselen küresel dil ve söylemin Türkiye’de de bir ilgi yaratmış olması doğaldır. Fakat ülkemizin kendine has doğası sebebiyle, küresel süreç daha farklı tezahür edebilir. Buna rağmen ülkemizde hiç alışkın olmadığımız damgalayıcı ve saldırgan yabancı düşmanlığı söyleminin politik bir imkâna dönüşmesi de bu küresel baskılamanın sonucu olarak okunabilir. Tartışmasız bunun imkanını oluşturan en temel gerekçe ve motivasyon yüksek miktardaki Suriyeli sığınmacı nüfusu ve bunların ekonomik maliyetlerinin yüksek olduğuna inanan hâkim yaklaşımdır. Bu hâkim yaklaşım politik propaganda ile köpürtülerek önemli bir boyuta ulaşmıştır.
Ülkemizin siyasal hikâyesinde Sağ siyaset modeli olarak teşekkül eden yapı eklektik bir nitelik taşır. Tek başına milliyetçiliğin domine edici olmadığı bu siyaset modeli muhafazakârlık, mukaddesatçılık ve devletçilik ile bütünleşerek Türk sağını inşa eder. Kadronun yapısına göre oluşan söylem; şartlara göre bazen milliyetçi dozu artan, bazen devletçi bazı zamanlarda da mukaddesatçı bir görünüme sahip olur. Bu sebeple Türk sağı içindeki politik meşrepler arasında hissedilir bir rekabet ortaya çıkartır.
Son yirmi yıldır iktidar olan AK Parti’de bu anlamda sağda konumlanmakla birlikte muhafazakâr demokrat bir görünüm üzerinden kendini tanımlamaktadır. Parti kendisini İslamcı bir parti olarak tanımlamasa da içindeki politik renk çeşitliliğine rağmen ana politik gövdenin ve aktörlerin İslamcı gelenekten gelenler olduğu belirgindir. Devamlılık içindeki hükmetme serüveninin devletçi kimliği pekiştirdiğini ve özellikle terör ile mücadelesinin de milliyetçi ilginin odağı olduğunu da ifade etmek gerekir. Bölgesel ve ulusal düzeydeki mücadele, sınır ötesi krizlerdeki rolü ve küresel gerginliklerdeki hassasiyetler temelinde MHP başta milliyetçi yapılarla politik bir milli ittifak gövdesinin kurulduğu ortadadır. Bu durum geçmişinde İslamcılık olan aktörlerle Milliyetçi kadroları bir devlet gövdesinde bir araya getiren politik olmanın ötesinde icra odaklı bir buluşma ve bütünleşmedir.
İslamcılığa karşı yürütülen organize küresel antipatinin etkisi ve ülkemizdeki özel gayretler sebebi ile bu tarihi etkileşimin kazananı Milliyetçilik kaybedeni ise İslamcılık olarak ilan edilmektedir. Sürekli olarak toplamda var olan kazanımların ve dinamik politikanın kazananı Milliyetçilik olarak ilan edilir iken handikaplı ve politik olarak zayıf sektörel alanlar ise İslamcılığa bağlanmaktadır. İslamcılık, kazanımlarda bile organize bir çaba ile sürekli kaybeden taraf olarak ilan edilmektedir. İktidar resminde olduğu gibi muhalefet döngüsünde de kazanan taraflar İslamcılığın karşısında olan taraflardır. Millet İttifakı gövdesinde kazanan CHP ve Kılıçdaroğlu, örselenen, değersizleştirilen ve “Saadet Partisi tarafından” imtina edilen İslamcılık olarak gösterilmektedir. Seçimi ağırlıklı olarak kazanan taraf Cumhur İttifakı olsa da tüm analizciler el birliği ile kazanan tarafın İttifak içindeki milliyetçi siyasal düşünce olduğunu ilan çabasını girmiştir. Hatta AK Partiden bir siyasetçinin bugün ve geleceğin kazananının Milliyetçilik olduğunu ilan ettiği yazısını hızla kaleme alması çok dikkat çekicidir. Kazanan tarafta onlarca İslamcı vekil yanında, Yeniden Refah Partisi ve HÜDA-PAR bulunmakta iken, Millet İttifakı içinde de kendileri farkında olmasalar da kafaları şu ara karışmış olsa da kırka yakın İslamcı kökenli vekil bulunmaktadır. Kazanan tarafta olmasına rağmen YRP ve HÜDA-PAR İslamcı tarafları ile halen ağır saldırıların muhatabı olmaktadır. HÜDA-PAR Kürt halkının PKK eliyle hırpalanmasının ve istismarının önündeki en önemli engellerden biri olmasına rağmen, İslamcı kimliği sebebiyle günlerdir sert bir örseleyici kampanyanın muhatabı olmaktan kurtulamamaktadır.
Ayrıca bu konudaki en önemli veri Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayip Erdoğan’ın 28 Mayıs seçimlerinin öncesi ve sonrasında yeniden kazanması ile ortaya çıkan manzaradır. Özellikle seçim öncesinde Batı medya kuruluşlarındaki tüm saldırının odağı İslamcıların iktidarlarını sürdürmemesine yönelik bir dil üzerine kurulmuştur. Teknik olarak İslamcı bir siyasal tanım ve üslup ile siyasal temsil yapılmamış olsa bile muhafazakâr demokrat kimliği yerine İslamcı siyasal ifadesi tercih edilerek muarız tutum ve karşı propaganda Batı medyası ve etki aygıtları marifetiyle bunun üzerinden kodlanmıştır. İstediğiniz kadar İslamcı değilim deseniz bile Batı dünyası kendi yarattığı dikoteminin dışına çıkan herkesi düşmanlaştırmaktadır. Her antiemperyalizm direnç Batı için bir tehdit olarak algılanmaktadır. İslamcılık son 10 yılın en güçlü, organize ve etkili antiemperyalist söylemidir.
Ayrıca Sn. Cumhurbaşkanı’nın açık zaferi sonrasında ülkemizdeki gibi tüm İslam dünyasının büyük bir mutluluk içinde sokağa dökülmesi de çok önemlidir. Bosna’dan Gazze’ye; Kudüs’ten Lübnan’a; Libya’dan İslamabad’a; Kuala Lumpur’dan Adis Ababa’ya, Taşkent’ten Bakü’ye, Üsküp’ten Avrupa başkentlerine Müslüman halkların sokaklara dökülmesi dikkatle ele alınması gereken bir olaydır. Dünya Müslümanları küresel dikotemiye ve İslamcılığın tasfiye edilmesine yönelik organize tasfiye çabasına bir itiraz olarak sokaklardadır. Türkiye’yi ve seçim sonuçlarını İslam dünyasının küresel sisteme karşı verilmiş bir cevabı olarak görmektedirler. Çünkü Türkiye, İstanbul’dur ve hilafetin merkezi ve İslam dünyasının siyasi aklının merkezidir.
Son bir yıldır İslam dünyasının önemli ilim adamları, hareket liderleri ile yaptığımız görüşmelerde Türkiye’nin direnen son kale olduğunu ve diriliş duygusunun yine İstanbul’dan başlayacağını ifade etmekte idiler. Bu algı ve okuma biçimi İslam dünyasının pek çok yerinde ortaya çıkan derin kriz ve travmatik süreçlerin içinden bir umut var etme arzusu ile açıklanabilir. Bunun yanında işgal ve saldırılar altında kalan İslam yurtlarının yönetici elitlerinin Türkiye’de güvenli olarak yaşayabiliyor olması ile de alakalıdır. Suriye başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinden gelen Müslümanların artan faşist, nobran ve dışlayıcı dile rağmen Türkiye’de yaşamaları konusundaki iradenin netliği ile de alakalıdır. Suriyeli sığınmacıların ülkelerine yeniden göç etmeleri konusundaki yönetim dili ve strateji -onurlu, gönüllü ve güvenli- bile Türkiye’nin nezahetli bakışının bir göstergesi olarak karşılık bulmaktadır.
Kısaca, bu haliyle İslam dünyasının ilgisi ve odağı tarihi gerçekliğe de uygun şekilde İstanbul İslamcılığına yönelik olmuştur.
Mevcut seçimlerin sonuçları ve halkın refleksleri; talepleri ve kitlelerin davranış biçimleri açısından bakıldığında çok güçlü emareler bulunmaktadır. Süreç içinde Ayasofya mottosunun siyasal tercihin bir unsuru haline dönüşmesi bile çok şey ifade etmektedir. Politik anlamda kimse doğrudan İslamcılığın temsilcisi olarak politik dilini inşa etmese de toplumlar aslında İslamcılığı desteklediğinin yeterince farkında olmasa da, milliyetçiler kazananın kendileri olduğunu var saysalar da kazanan İslamcılığı var eden beklentiler, duygular ve tutumlardır. İslamcı söylem millilik üzerinden inşa ettiği yapısal gövdenin içine dindar milliyetçileri de çekerek dönüştürmüştür. Türkiye’de bugün İslamcı akıl ve anlayış tarafından kodlanmış yeni bir milliyetçi form vardır. Bu yeni form ile Karabağ, Halep, Kudüs, Trablusgarp, Üsküp, Semerkant ortak bir duygunun ve ideanın; yeni ve somut ümmetçi perspektifin merkezinde yer almıştır. Bu İslamcı düşünce tarzının da kopuk kaldığı coğrafyalarla ve özellikle Türk Dünyası ile buluşması açıcısından da büyük bir zenginliktir. Tüm bu renkleri bir arada toplayan çatı da Ayasofya’dır.
Türk milleti kendisini mahkûm etmeye cüret eden küresel dikotemiyi dışlayarak, politik perspektifin odağına İslamcı düşünce sisteminin temel ilkelerini koymuştur. İslamcılara düşen küresel dikotemiyi ezen bu özgüvenin ve toplumsal beklentinin adını açıkça koymak ve en güçlü şekilde ulusal ve uluslararası düzeyde örgütlemektir.
Bu seçim sürecinin açık ve net sonucu şudur. Halkımız İslamcı gelenekten gelen kadroları siyasetin içinde tutarken geleneğine sadık olan İslamcı siyasal söylemin değerlerini ve milli olanı var etmektedir. Küresel emperyalizm ile bütünleşen her söylemi itmektedir. İslamcı siyasanın inşa ettiği değerler, normlar ve anlayışı milletimiz aramaktadır. İslamcılık umdeleri itibariyle milletimizin kalbine, aklına ve duygularına en güçlü şekilde sızmıştır. Ona en yakın bulduğu, o iddiayı taşıma çabası içinde olanı tercih etme eğilimindedir. Bu seçim bu boyutu ile Milletimizin tüm dünya’ ya açık bir cevabıdır.
Küresel ve ulusal düzlemde İslamcılığa ne kadar saldırı yapılırsa yapılsın Türkiye’de kazanan ve kazanacak olan İslamcılardır. Toplumsal, politik kazançlara rağmen açıkça hiçbir parti İslamcı kimliğine açıkça sahip çıkmadığı ve kendisini doğrudan İslamcı olarak tanımlamadığı için İslamcılık kazanmamış gibi görünse de toplamda kazanan İslamcılar, İslamcılık ve Müslüman milletimiz olmaktadır.
Tam burada başka bir makaleye konu olacak Türk tipi milliyetçilik ve İslamcılık arasındaki hassas ilişkiye de temas edilmelidir. Türkiye’de milliyetçilik geniş tabanda mütedeyyin bir formda teşekkül etmiş ve dindar milliyetçiler millet ve din bağını sürekli taze kılmışlardır. Seküler milliyetçiliğe karşı da en esaslı itiraz yine dindar milliyetçilerden gelmiştir. Gezi olayları, 15 Temmuz hain darbe girişimi ve Doğu, Güneydoğu’da bazı illerimizdeki terörist kalkışmaların ardından, Türk milleti ortak bir milli mücadele şuuru etrafında bir araya gelmiştir. Sınır ötesi inisiyatifler, Karabağ Savaşı, Mavi Vatan ideası, Ukrayna Savaşındaki hassas süreç, Yunanistan’ın silahlanmasına karşı ortaya konulan tavır, Libya’daki etkin duruş ve özellikle Suriye’deki aktif mücadele milletimizin tüm toplumsal kesimlerinde milli bir duruşun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. ABD, Almanya ve Fransa merkezli küresel Türkiye karşıtı söylem de bu milli duruşu beslemiş ve milletimiz milli direniş blokunda ittifak ederek cem olmuştur. Milletimizin bu hassas milli duruşunu politik olarak herhangi bir angajman içine sokmak doğru olmayacaktır. Bu durum milletimizin İslami değerler etrafında ortaya koyduğu milli bir duruş olarak ele alınmalıdır. Artan bu milli duruşu küresel dikotemi üzerinden okuyarak Ulusalcılığın parantezine almak doğru olmayacaktır. Bu yeni milli duruş; İslam’ın, tarihin ve örfün kucağında yoğrulan yeni, güçlü bir formdur ve eğer bir ideolojik alana nispet edilecekse de İslamcı geleneğin kodlarına çok daha uygun gözükmektedir. Bu düşünce tarzı Mehmet Akif Ersoy, Eşref Edip ve Babanzade Naim ve arkadaşlarının Sebilürreşad ve Sıratı Müstakim mevzisinde kurdukları Milli ve İslami anlayışın ta kendisidir. Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hoca eliyle var edilen ve Türkiye tipi İslamcı bir form olan milli, maneviyatçı, tarih şuuru ve millet şuuru olan, İslam dünyası ile bütünleşik bir anlayıştır.
Soğuk Savaş ve bugünkü post Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi bugün ve gelecekte sağ ve sol arasına mahkûm edilmiş halkları aydınlığa çıkartan devrimci ve direnişçi söylem İslamcılıktır. Bugün küresel saldırıların baskısı da olsa, küresel imajını örseleyecek operasyonlara muhatap olsa da İslamcılık ve İslamcılar ayaktadır, güçlüdür ve Türkiye’de toplumsal akreditasyonu ile Türkiye’yi yönetmeye en müsait kadrolardır. Bunu bilen küresel sistem İslam toplumunu hedef alan çalışmaları yanında, İslamcı siyasal yapıları hedef alan operasyonlar yapmaktadırlar. Bu küresel operasyonlardan özellikle entelektüel düzeyi düşen yapılar, yanlış teşkilat örgüsüne sahip olan, kendi iç dokularından belli grup ve şebekelerin etkin olduğu, temsil ve gelişim motivasyonu noksan yapılar biraz daha fazla etkilenebilmektedir.
Soğuk savaş ya da bugün yaşanan post soğuk savaş tipi süreçlerin yarattığı idrak sorununun en bildik semptomu kendine ve medeniyetine olan güvensizliktir. Bu güvensizlik hali kişiyi felç eder, sadece kendi fiilleri değil başka olayları ve küresel gelişmeleri sağlıklı algılamasına da ket vurur. Zamanla idrak düzeyinde bir şirk ve psikolojik patolojiye dönüşür. Kendi değer ve dünyasının dışındakilere duyduğu örtük sevgi ve onsuz yapamayacağına olan inanç hali bir zaman sonra kutsamasına ve kendine yabancılaşmasına sebep olur. Bir Müslüman için bundan daha büyük bir mahviyet var mıdır?
İşte bu sebeple İslamcıların içine itildikleri bu belirsiz epistemik cendereden ve politik olarak değersizleştirici operasyonlardan kurtulmaları gereklidir. Bu da geniş çaplı bir buluşma zemini ve istişare ile mümkün olabilecektir. Özgüvenin yeniden kazanılması, var olan kapasitenin bilincine sahip olunması ve istişari olarak geniş bir temsilin oluşması ile sahip olunan imkân ve gücün farkında olunabilecektir. Geniş bir alana politik olarak savrulan grup ve yapıların Türkiye ve Dünyanın hassas durumunu göz önüne alarak hızla bir araya gelmesi gereklidir. Eğer uygulama ve temsilde sıkıntılar var ise bu İslam’dan mülhem hareketin yapısı ile alakalı değil insan unsuru ile alakalıdır. İnsan unsurundan kaynaklanan hiçbir hata fikrin olamaz. Dünyanın var olan değişim, gelişim hızına; modern dünyanın yapısal sorunlarına karşı güçlü bir içtihat perspektifi ile çözüm bulacak İslamcı siyasal perspektiftir, çünkü insanın özüne en uygun alan vahiyden beslenir. Tevhidi ve ilahi olanı esas alan bir hareket nasıl kusur sahibi olabilir.
Küresel düzeyde artan din ve dindarlık karşıtı söylem yaygın bir etki alanı oluşturmuş ve küresel sistem insan odaklı hatalar üzerinden siyasal İslam’ın imkânını tartışmalı hale getirmeye çalışmaktadır. Kimlik, aile ve din toplum ilişkilerini tartışmalı hale getirerek yarattığı zihinsel kaosu; toplumsal ve siyasal alanlara yaymak için küresel aygıtlar yoğun bir mücadele ortaya koymaktadır. Bu küresel sürece bireysel epistemolojik direnci ancak güçlü bir sistem ve siyasal bir temsil ile koymak mümkündür. Sadece birey olmayacağı gibi sadece siyasa olmaz; birbirini besleyen bir örüntü ile İslamcı siyasal akıl inşa edeceği inşa tipini tarif etmek zorundadır. Dünya sistemi bireysel dünya ile sınırlı dindarlıkla kısa vadede bir savaş vermemekte ve daha çok kavgasını İslam’ın siyasal temsiline yöneltmektedir. İslam’ın bir yönetim sistemine esas olamayacağı inancı üzerine kurulan saldırı İslamcı siyasal eliyle püskürtülmelidir. Küresel sabotajın ana odağı haline gelen birey bu sabotajdan ancak güçlü bir eğitim ve gelişim programı ile kurtulabilir.
Bugün ve gelecek; küreselci ve ulusalcı dikotemiye hapsedilmeye çalışılanı yırtan ve sahip olduğu güçlü meşruiyetin gerektirdiği cesameti ortaya koyan İslamcıların ve İslamcılığındır. İslam’ın siyasal formu ve temsili her çağa aydınlatıcı bir meşaledir. İslam; birey, toplum, siyasa bütünlüğünde yaşandığında sürdürülebilir cihanşümul bir imkân yaratır. İslamcı siyasal akıl İslam’ın toplum ve siyasal temsiline yönelik güçlü bir form olarak değerlidir.
İsmail Mansur Özdemir
USSAP Başkanı