KOKU
Öykü • KOKU
KOKU
“Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.”
Fazıl Hüsnü Dağlarca- Dört Yapraklı Çiçek
Ayvaalan Köyü’nde gün, yüzünü batmaya iyice çevirmişti. İsmail, güneşin Mermerkırının üzerine bıraktığı kızıllığı hayretle izliyordu. Annesi ve babasının sesleri geldi mutfaktan. “Akşama ne gocez sofre?”
Babasının kısık sesinden dökülen kelimeleri anlayamadı İsmail. Duvarda asılı duran saate baktı. Saati okumayı yeni yeni öğreniyordu. Hafifçe “on ikiyi otuz beş geçiyor” dedi. Ablası hemen uyardı. “O saatin pili bitti İsmail, doğru deel o. Baksan ya aşam olyo. Saat hiç on iki olu mu şimdi?”
Doğru ya! Günün tam ortası 12’dir de demişti öğretmen. Köyde küçük bir okul vardı. Üçüncü sınıfa kadar burada okuyan çocuklar, geri kalan sınıflara ilçeye servisle taşınarak devam ediyorlardı. İlk üç seneyi birleşik sınıfta okuyorlardı. Köyde tek öğretmen vardı. Öğretmenin ilk görev yeriydi burası. Üç seneyi doldursam da gitsem diye gün sayıyordu.
İsmail, okumaya çok hevesliydi. Kendinden üç yaş büyük olan ablasıyla beraber okula gideceğim diye kılı kırk yarmıştı da öğretmen kıyamamıştı ona. “Gelsin bakalım şimdilik” demişti. Zaten üç sınıf bir aradaydı. Bir de üzerine dört yaşında bir veletle uğraşmayı göze almıştı ama muvaffak olamamıştı. Diğer çocuklar başlarda oynamışlardı İsmail’le. Sonra kendi akıllarına sokamadıkları bilgileri ufacık yaşında o anlıyor diye kızmışlardı ona. Ardından teneffüslerde vurmaya kalktılar. Onu korumaya çalışan ablasına da vuranlar olunca ablası İsmail’i doğruca eve götürdü. “Tutun bunu burda. Onun yüzünden beni dövdüler okulda” diye söylenmişti. İsmail bir gün ağladı, ikinci gün de ağladı ama üçüncü gün unuttu okulu. Şimdi yaşı da gelmişti zaten. Gidiyordu işte okula. Sınıfta ilk o sökmüştü okumayı. Yazmada biraz zorluk çekiyordu ama olsun. Evde takvim yapraklarını koparıyor, yüzünü iyice yanaştırıp, bir de gözlerini kısınca ancak okuyabiliyordu. Bu merasimi neredeyse her gün yapıyordu artık. Ablası kızıyordu ama babasıyla annesinin hoşuna gidiyordu. İsmail de kendini sevdirtmek için fırsat bu ya, yapıyordu işte şirinliğini.
Ayvaalan Köyünde gün batadursun, Ceber ailesinin evinde bir telaş başlıyordu. Sobanın yandığı odaya İsmail’in babası girdi önce. Sobanın üzerinde duran sürahilerden birisini kuvvetlice kaldırdı. İsmail, babasına hayranlık içerisinde bakakaldı. Babası, odadan çıktı. Kapı aralıkken bir ses geldi İsmail’in kulağına, bu Aynalı’nın sesiydi. Susamış olmalıydı, akşam olmuştu sonuçta. Aynalı art arda böğürtülerini sıraladı. Babası söylendi “geliyoz be, çatlama!”
İsmail de annesiyle babasının ardından indi ahıra. Birinci inek, ikinci inek…
“Cızt, tap, cızt, tap, cızt, tap, cızt, tap…”
Annesi, İsmail’e “buzaayı sal bakam” dedi. Alakız’ın on beş günlük buzağısı. İsmail koşarak içeriye girdi. Kaşağın kapısına uzatınca elini, buzağı yalamaya başladı hemen. İsmail gülümsedi. “Dur oğlum”
Kapı açıldığında buzağı heyecanla fırladı yerinden, İsmail kenara çekilmese onu da yıkıp geçecekti neredeyse. İsmail de aynı heyecanla buzağının arkasından koştu. Annesi “Dur, düşcen len” diye bağırmasa İsmail kendini buzağı sanıp, ineğin memelerine yanaşacaktı az kalsın…
Sıra ev halkına gelince ortaya bir kasnak attı İsmail. Kasnağı mutfaktan odaya taşırken boynuna geçirip oyun oynamayı seviyordu. Yine oyun yapıp annesine yardım etmişti işte. Getirdiği sofra bezini yere serdi. Annesi de arkasından, bir tabakta peynirin olduğu, bir alüminyum tencerede tarhana çorbasının dumanının tüttüğü tepsiyle beraber odaya girdi. Sobanın üzerinde duran sütü de tarhanaya ekledikten sonra mayalı ekmekten içine doğrayıp yemeğe koyuldular.
Annesi sordu; “Süleyman’dan haber va’ mı?” “Yok. Zaten haber o’sa ne o’cek! Bu ay da borçlu çıkartır bizi kahpenin dölü!” “Deme öle. Bak inekle sayesinde boğazımızdan bi’ şeyler geçyo. İnekle de yemle veryo işte sütü!” Bu lafın üzerine herkes sustu. Süleyman’a sövüldü içten içe…
Ertesi sabah İsmail, annesinin nasırlı ama bir o kadar da şefkatli ellerinin yüzünde oluşturduğu kaşıntı emareleriyle uyandı. “Oğlum, gel de bana yardım et, babanı işe çağırdılar.”
İsmail uysal çocuktu, annesi süt sağarken buzağıya göz kulak oldu. İnek de huysuzluk yapmasın diye hayvancağızın burnunun dibine oturup bir geçen gün okuduğu Nasreddin Hoca fıkralarından birisini anlattı. O konuştukça inek de şaşkın şaşkın gözünü ayırmadan yüzüne bakıyordu. Annesinin dudaklarında istemsiz, aynı çorak topraklarda açan çiçek gibi, bir gülümseme belirdi. Çocuk aklı işte diye geçirdi aklından. Ama olsun işe yarıyordu ya, hayvan huysuzlanmadan salıverdi ya sütü…
İsmail okula gidince, zaten hiç anlaşamadığı Ramiz yüzünü ekşitti. İlk dersin sonunda İsmail’in yanına gelip “sen pis kokuyon! Tıpkın inek gibi! İnek, ineeek” dediğinde, İsmail hiddetle yerinden kalkıp Ramiz’e vurmaya başladı. Diğer çocuklar da Ramiz’e arka çıkmışlardı. İsmail, tıpkı ablasıyla okula gittiği zamanlardaki gibi bir güzel dayak yiyince burnundan akan kanı elinin tersiyle sile sile eve koştu. Annesinin şevkatli kollarına bırakacaktı kendini…
Eve geldiğinde bir de ne görsündü İsmail! Takım elbiseli adamlar sarmıştı evin etrafını. Annesinin yüzünden acı okunuyordu. Kendisine bir şeyler anlatmaya çalışan memura bakıyordu. İsmail, adamın ne söylediğini duyacak kadar yaklaşınca durdu. Memur kendini tanıtıyordu.
“Merhaba ben İsmail Ceber, icra memuruyum.”
Memur, kendini tanıtırken gülümsemesine rağmen hiç de hoş bir yanıt alamadı. İlk iş günüydü, gülümsersem eğer belki işler kolaylaşır diye düşünmüştü. Ama işe yaramamıştı…
Kadın çıkıştı. “Vemem hayvanlamı size! Unla benim yavrım! Canımı verrim de alamazsınız!” “Bakın hanımefendi, biz işimizi yapıyoruz. Zorluk çı…!”
Yeni memur İsmail’in sözünü ineğin böğürtüsü bastırdı. Burnuna, buzağının o taze süt ve tezek karışımı kokusu geldi. Gözünden bir damla yaş yanağına doğru yol aldığı zaman annesinin inek kokan nasırlı elleri değer gibi oldu yanağına. Kendini yere bıraktı…
(Gördes, Şubat 2020)