Kemal Sayar: İnsandan insana olan yolu yeniden bulmak gerek
Çağın insanı modern hayatın tüm nimetlerine karşın hep mutsuz, yalnız ve şikâyetçi. Her şeye sahip olan zamane insanının en çok muhtaç olduğu şey, merhamet belki de. İnsan ruhunun dehlizlerindeki en zayıf noktaları dervişane bir bakışla tespit edip çözümler sunan şair, yazar ve psikiyatr Kemal Sayar ile son kitapları bağlamında günümüz insanını konuştuk.
Hemen her kitabınızda merhamete değiniyorsunuz? Acıma duygusuna sahip olduğumuz hâlde merhametten neden kaçı(nı)yoruz?
Çünkü merhamette denklik var. Merhamette lütufkârlık yok, kendimize bir rol biçme, bir üstünlük taslama hali yok. Çünkü merhamet, rahmetin aslı sahibinin vasıtası olmakla mümkün. Bu da bir haldir, bir makamdır ve uğruna ter dökülmesi gerekir. Merhamet eden, merhamet edilmiştir.
Merhamet deyince aklıma en yakınımızdakiler, komşularımız geliyor. Komşuluk hukukunu kayıp mı ediyoruz ve bu ilişkilerimizde merhamet nereye gizleniyor?
Bütün ahlaksızlıkların kaynağında komşunun ıstırabının meşrulaştırılması yatar. Bana sorulmamış olsa da, benden yardım dilenmemiş olsa da ötekinden, komşumdan sorumluyum. Komşunun yüzü beni ahlaka çağırır ve ahlak, incindiğim yerde başlar. Onun açlığı ve yoksunluğu beni de incittiğinde başlar. Kutlu sözü hatırlayalım: “Komşusu açken tok yatan kimse, gerçek anlamda inanmış olamaz.” Bizim medeniyetimiz “komşuyu neredeyse komşuya varis kılacak kadar” komşuluk ahlakını vurgular. Ruhbilimde çocuklukla ilgili yaraların ihlal ve ihmalden kaynaklandığı söylenir. Çocuğa bizzat zarar vermek (ihlal) ve başkasının verdiği zararı dindirmek için harekete geçmemek (ihmal). Komşuluk için de aynı düsturu dile getirebiliriz: Komşu hakkının ihlal ve ihmali ırkçılıktan yabancı düşmanlığına, yoksulluktan eşitsizliğe dek bir dizi toplumsal sorunun temelinde yatar. Kurbanın kendi kaderini hak ettiğini düşünen ve kötülüğü akla uydurarak meşrulaştıranlar, yani haksızlık karşısında sesini çıkarmayan ve komşusunun ıstırabına sırtını dönenler, kötülüğü icra edenler kadar mücrimdir. Çünkü kötülük ancak onların sessiz kalmaları kaydıyla hükmünü icra etmektedir.
Oysa her insan birbirine komşudur ve her insan birbirinden sorumludur, ben herkesten daha fazla sorumluyum. Komşumun acısını kendimin bilmekle ona bu dünyada yalnız olmadığını hissettiririm. Onun acısına bu dünyada bir yer açar ve ona bir anlam vermesine yardım ederim. Ona kayıtsız şartsız bir merhametle yüzümü döndüğümde ve acısını dindirmek için eyleme geçtiğimde, hem kendi dünyamı hem de onun dünyasını genişletirim. Daha metafizik bir düzlemde konuşacak olursam, merhamet seçmekle değil seçilmekle ilgilidir ve merhamet eden, seçilmiştir. Bütün varlıklara bir çekim ve bağlılık duyarız, çürümekte olan bir çiçeğin yerini değiştirir, yaralı bir hayvanı tedavi etmek isteriz. Varlık bize komşudur. Kendimizi başkalarına yardıma ne kadar hasredersek, onlarla meşguliyete ne kadar adarsak kendimizi, o ölçüde bencilliğimizden arınırız. Merhamet bizi günübirlik hayatın endişe ve tasalarından uzağa, komşumuzun kalbine taşır.
İnsanların sevgi ihtiyacını karşılayamadığı aşikâr. Bu sevgisizliğin ilerideki tezahürü nasıl olacak sizce?
Türkiye korkunç cinayetlerle sarsılıyor. Sevginin özünde, karşımızdaki canı aziz bilmek vardır. Zulüm ise o aziz canı bize bir obje, bir nesne olarak gösterir. Üzerine kuvvet uygulayabileceğiniz, eğip bükebileceğiniz bir nesne. İnsanlarla ya bir ben-sen ilişkisi kurarız ya da ben-şey ilişkisi. Sevgi görmeyen insanlar kendi ruhlarına da yabancılaşıyor ve kendilerinden esirgenmiş olanı başkasından esirgiyor. Kendi canlılığını sadece yıkarak ve yok ederek hissedebilen bir insan türü ortaya çıkıyor. Sevgisizlik ileriki hayatında insana ya bir özgüven azalması ve eziklik hissi ya da yitirilmiş olanı kapatmak için sahte bir özgüven kabarması, bir ego şişmesi olarak dönebiliyor.
“İtaat devri bitti. Zaman diyalog zamanı” diyor ve sohbet halkaları kurulması gerektiğini söylüyorsunuz. Somut olarak nasıl yapılabilir bu dediğiniz?
‘Dost elinden gel olmayınca gidilmez’. Anadolu’da sohbet halkaları hâlâ diri. İnsandan insana olan yolu bulmak gerek, kalpten kalbe giden yolu. Bunun için birbirimizi dinlemeye zaman ayırmalıyız. Ev ziyaretleri, dost meclisleri, irfan sofraları sohbetin diri tutulduğu yerlerdir. Sadece yaşıtlar arasında değil, yaşlılar ve çocuklar arasında da köprü olabilecek, gençlere anlaşıldıklarını, yaşlılara yalnız olmadıklarını hissettirecek meclisler gerek bize. Türkiye çayın demlendiği her yerdedir.
Hüzünle kederi birbirine karıştırıyoruz sanki bugün. İkisi arasındaki fark nedir?
Hüzün hayatı güzelleştirir. Onunla varoluşu daha çıplak görürüz. Biraz hüzün kimseyi incitmez, tam aksine ruhun yamaçlarını daha net görebilmemizi sağlar. Nerede eksiğiz, hayat nerede kırılgan bizim için, bunu hüzünle daha berrak görebiliriz. Yoğun bir keder hali olarak depresyon ise insanı felç eden bir duygu. Hiçbir ışık huzmesinin sızamadığı yoğun bir karanlık. Hüzün ruhu onarır, onulmaz bir keder ise onu kötürümleştirir.
Çağdaş edebiyat, insanın karamsar iç dünyasının dışavurumu oldu. Yeni nesil de bu edebiyata hayran görünüyor. İntihara selam duran bu akımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Anlam hayatın kutup yıldızıdır, ona bakarak yön tayin ederiz. Günümüzün nihilistik dünyasında insanlığa anlam sağlayan büyük anlatılar kayıplara karışıyor. İnsan, anlamsızlığın çölünde yolunu yitirmiş şaşkın bir yolcu gibi. Karamsarlık ve iç sıkıntısı yaygın bir ruh hali olup çıkıyor. Elbette bunda dünyanın yaşadığı büyük yıkım ve savaşların da etkisi var. Geride bıraktığımız yüzyıl insanın korkunç kıyıcılığına tanıklık etti ve bugün de modern teknoloji marifetiyle bu kıyıcılığın dünyanın her köşesine ulaştırıldığını görüyoruz. Olan biteni değiştirme gücünü içinde bulamayan insan giderek kendini çaresiz ve karamsar hissediyor.
Oysa dünyada her gün milyarlarca iyilik edimi görünmez bir biçimde icra ediliyor. İnsanın iyi tabiatına dair öyküleri haberlerde okuyamıyoruz. İnsan, içinde taşıdığı meleksi özle birlikte her gün dünyayı yeniden imar ediyor. Kâinat her an bir oluş ve bozuluş içindedir. Yüce Yaratıcı ‘her an bir şendedir’, her an yeniden yaratmaktadır. Dinamik bir kâinatta yaşıyoruz. İnsan bir yandan bozar bir yandan mamur kılar. Fıtratına yerleşik olan iyiliği görmeden, onu sadece karanlık güçlerin tesirinde bir varlık olarak tasvir etmek, ibda ve inşa gayretini görmeden sadece içimizdeki kötülüğe odaklanmak, insana haksızlıktır. Ama elbette bir psikoloji kitabı okur gibi okumuyoruz edebiyatı. Onun gücü, bazen abartılı sarsıcılığıyla içimizdeki donmuş denizi kırabilmesinde.
Güzellikleri görmek yerine cımbızla ‘olumsuzluklar’ çıkarıyoruz her şeyden. Bizi bu kadar kötümser kılan nedir?
Çünkü gözlerimiz ve ruhlarımız güzelliği görmeye ayarlı değil. Güzellik bizi bir üst bilinç haline çağırır ve kâinatı yeni bir gözle görmeye davet eder. İnsanda ve kâinatta çirkinlik gördüğümüzde yaşadığımız dünya bir kâbusa dönüşüyor. Çirkinliğin bulaştığı nazar, kendini arındırmak ve şifa bulmak zorunda. Öte yanda dünya tehdit edici bir yer ve bize tam bir emniyet hissi vermiyor. Dünya bizim yurdumuz değil, ondan geçip giderken kır çiçeklerini toplamaya bakalım. Kötülükle savaşalım ve ruhumuza iyiliğin çiçeklerini iliştirelim.
Gösteri çağındayız malumunuz. Herkes ‘göstermek’ istediği halde, neden kimse görmek istemiyor?
Alkış istiyor ruhlarımız. Bir başkasının onayı olmaksızın var olamayacağımızı sanıyoruz. Şu sosyal medya denen girdaba bakın, ruhsal ihtiyaçlarımız olabilecek en ilkel biçimlerde orada kendisini gösteriyor. Görmek ise başka insana dikkat etmeyi, ihtimamı gerektiriyor. Bizden başkasına giden bir dikkat. Yani başkalarının gözünden ben yerine, başkaları için ben. ‘Sessiz ego’ diyorum ben buna, gürültüden sessizliğe kaçan ego. Sadece yaptığıyla görülebilen, iyilikten bir hale ile sarmalandığında fark edilebilen. Bu da büyük bir iş.
İnsanların bedenlerini, acılarını ve hatta saçmalıklarını TV ekranlarında ifşa ederek var olma çabaları aslında modern dünyanın insanı hiçe saydığının kanıtı değil midir? Nasıl var olacağız, olmalıyız?
Ağrıyan yerlerimizi uyuşturmak için kolaylıkla uyuşturuculara sığınıyoruz. ‘Göründüğün kadar varsın’ diyen bir gözetim kültürü içinde yaşıyoruz. Her dakikamızın bir kamera veya bir banka tarafından kaydı tutuluyor. Bunu bildiğimiz için bazen bir sahnedeymiş gibi davranıyoruz. Bu arada sahici var oluşu unutuyoruz. Varoluşçuların otantik hayat dedikleri, sahici, halisane varoluşu unutuyor ve kendi ruhumuzun en derin özlemlerini cevapsız bırakıyoruz. Ruh, kendini aşan ve kendisiyle sona ermeyecek bir ülküyle huzur bulur. İnsanın yapay olandan uzaklaşarak fıtri olana yönelmesi gerek. ‘Benden içerideki ben’le tanışması, güzellikle hemhal olması gerek.
Gençlerin büyük bir iştiyakla bilgisayar oyunu oynaması, sanal âlemde de olsa başarı açlığının giderilmesi gibi geliyor bana. Ne dersiniz?
Sanal âlem büyük bir sığınma evi. İnsanlar gündelik hayatın dertlerinden bu fantezi mekânına sığınarak rahatlamaya çalışıyor. Hayal kırıklıklarını bir oyunda aldığımız skor veya bir paylaşım ağında aldığımız beğenilerle gidermeye çalışıyoruz. Bu durum da bizi hayattan yalıtıyor, sanal âlemin bağımlısı kılıyor. Sosyal medya bize ‘göründüğün kadar varsın’ diyor. Herkes elinde avucunda başkasının dikkatini çekecek ne varsa ortaya döküyor. Güzellik, kaslar, yakınlık, acılar… Sosyal medya ile hepimiz bir sirkte yaşıyor gibiyiz, başkasının onayı bizim varlığımız için olmazsa olmaz hale geliyor. İnsanın anonimleştiği, herkesin kendi farklılığı ile kendini var etme çabasına girdiği bir zamanda sosyal medya, narsistik ihtiyaçların karşılandığı elverişli bir mekân halini alıyor. Acılarımı göstererek ilgi istiyorum, en güzel fotoğrafımı sunarak biricikliğimi birileri teyit etsin istiyorum. Bir süre sonra sosyal medya arkadaşlığı, insanların karşılıklı bir çıkar ilişkisi içinde birbirinin yalnızlığını giderdiği kırılgan bir ağa dönüşüyor.
İnsanlar nerede olduklarını, ne yiyip içtiklerini, kiminle olduklarını daima göstermek yolunda saplantılı bir uğraş içine giriyor ve herkesi kendi hayatlarının röntgencisi kılmak istiyorlar. Bir hayat, ancak izlenme değeri varsa, eğer başka bakışların altında yaşanıyorsa var kabul ediliyor. Kamusal olanla mahrem olan arasındaki sınırlar belirsizleşiyor. Bu yönüyle de hayat sığlaşıyor, sadece göstermeye değer edimler uğruna yaşanan bir seyir nesnesine dönüştürülüyor. İnsanlar kendi acılarına da yabancılaşıyor, bir acı seyir nesnesi kılınmak suretiyle ‘light’laşıyor ve insana öğretme yeteneğini yitiriyor.
Freud vb. kuramcılar insanın kötülüğüne vurgu yapıyor. Bu bir anlamda yaratıcıyı suçlamak olmuyor mu? Kötülük, insana kodlanmış mıdır yoksa öğrenilen bir şey midir?
İyilik de kötülük de insanın fıtratında bir eğilim olarak vardır. Ama insan daha ziyade merhamet ve iyiliğe yazgılı olarak doğar. O, doğuştan ahlaka eğilimli bir varlıktır. Merhamet Devrimi adlı son kitabımda bunu misalleriyle uzun uzadıya tartışıyorum. İçinde yaşadığımız çevre bizi kötülük veya iyilik yönünde özendirir. Freud vb. kuramcıların insana bakışı ise çok karamsar ve kasvetli. İnsanın bütünüyle kötücül bir varlık olduğu düşünmek, bizi dayanışma ahlakından alıkoyar. Oysa insan insana sığınaktır.
Neden hayatımıza doğrudan etki eden, hayatımızın bizzat kendisi olan sosyoloji ve psikolojiyle değil de politik gündem, magazin ve futbolla ilgileniyoruz?
Bunlar kaçış stratejileri. Günlük hayatla yüzleşmek yerine onun yerine koyduğumuz sahte bir dünyayla boğuşarak işi eğlenceye vuruyoruz. İnsan varoluş ıstırabından kaçmak için kolay taraf tutacağı müsabakalarda (bu siyaset yarışı da olabilir, futbol mücadelesi de) edindiği grup kimliklerine yapışıyor. Hep ağır yaşayalım demiyorum ama sadece bunlarla da yaşamayalım. Hayat günübirlik siyasetten daha derin bir yerde akıyor. Magazin ve futbolla geçiştirİLemeyecek acil cevaplar bekleyen birçok soru var hayatımızda. ‘Anlamlı bir hayat nasıl yaşanır?’ gibi.
‘Kişisel gelişim’ bir sektöre dönüşmesine rağmen toplumsal gelişim kimsenin umurunda bile değil. Toplum gelişmedikten sonra kişisel gelişimin bir manası olur mu sizce?
Modern çağda insan uyuşmak istiyor. ‘Anestezi rejimleri’ insanları ıstıraba karşı duyarsızlaştırıyor ve insanın yaşadığı hayattan bir şeyler öğrenmesini güçleştiriyor. Romantizm endüstrisi bizi aşk satarak uyuşturuyor, kozmetik endüstrisi beden satarak. Bir de bize mutluluk satan kendine yardım kitapları var. Yani mutluluk endüstrisi. Yabancılık ve yalnızlaşmanın ruhsal sıkıntıları tırmandırdığı bir çağda, her derde deva çözümleriyle mutluluk endüstrisi, sıkıntılarımıza çare bulduğunu iddia ediyor. Kendine yardım tarzı kişisel gelişim kitapları, hayatın getirdiği sorunlar üzerine düşünme fırsatı bulamayan ama bu sorunları da kolay yoldan def etmek isteyen insanlar için biçilmiş kaftandır. Ancak bu kitaplar insan ıstırabının karmaşık doğasını bize anlatamıyor, çok satış ve çok para arzu ettikleri için, insani sıkıntıları aşırı basitleştiriyorlar. Bu yönleriyle de modern çağın güçlü uyuşturucuları arasında yerlerini alıyorlar.
Üç – dört yıl önce Çin’de gerçekleşen bir olayın görüntüsü beni dehşete düşürmüştü. Yolda yürüyen bir çocuğa araba çarpıyor. Tam on sekiz kişi hiçbir şey olmamış gibi geçip gidiyor. Sadece Çin değil, tüm dünya vurdumduymaz bugün. Neler oluyor insana, insanlığa?
Acil bir durumu izleyen ne kadar çok insan varsa müdahale edecek insan sayısı da o kadar azdır. Büyük şehirler zaten uyaran bolluğu ile zihinleri yoruyor. Bu uyaran bolluğu insanlarda beklenmedik uyaranlardan kaçma, onları duymak istememe eğilimi yaratıyor. Şehrin aşırı yüklemesi giderek bir vurdumduymazlığa dönüşüyor. Yani küçük bir kasabada başınıza bir olay gelse büyük bir şehre göre yardım alma imkanınız daha fazla görünüyor. Nüfus yoğunluğu arttıkça insanlar yardım konusunda daha isteksiz davranmaya başlıyor. Telaş içindeki insanlar durup bir başka insana yardım etmek konusunda hiç istekli davranmıyor, hatta çoğu zaman yardıma ihtiyaç duyan insanı fark etmiyorlar bile. Böylece herkesi rahatlatan bir durum ortaya çıkıyor, kimse ilgilenmiyorsa, ortada acil bir sorun yok demektir. Bir şey hakkında tam bir malumatımız yoksa başka insanların tutumlarına bakarız. Onların yüzlerinden her şeyin yolunda olduğuna dair bir kayıtsızlık okursak biz de rahatlar ve yolumuza devam ederiz. Merhamet yorgunluğu diyor kimi yazarlar. O kadar uyaranla karşılaşıyoruz ki bir süre sonra duyarsızlaşabiliyoruz.
Mahalle, yitirdiğimiz pek çok değerden biri. Kentsel dönüşüm planlaması, bu değer göz önüne alınarak yapılabilir mi? Yeni şehirlerimiz nasıl olmalı?
Şehirlerimizin bir ruhu olmalı. Ağacı ve genişliği bol. İnsanı devasa bloklarla ezmeyen bir şehir. İnsanın insanla buluşabildiği, karşılaşabildiği şehirler. Mümkünse motorlu taşıtların daha az girdiği, yavaş şehirler. Kentsel dönüşüm, mahalle hayatının ruhunu ve kültürünü ortadan kaldırmamalı.
Son kitaplarınızın kapakları bahardan bir kesit adeta. Sizin tercihiniz mi yoksa tamamen tasarımcı marifeti mi?
Yayıncının seçimi. Ben de onayladım.
Merhamet Devrimi kitabınızın dumanı üstünde. Hayırlı olsun. Mola zamanı mı yoksa yeni kitap çalışmalarınız var mı?
Merhamet Devrimi, genç bir kardeşimizle ortak bir çalışmamız. Bugünlerde birkaç yıl önce notlarını çıkarıp yazmaya fırsat bulamadığım “Sanal İnsan/ Sanal Hayat” adlı kitabım üzerine çalışıyorum. Sanırım yaza kadar teslim ederim. Sonrasında da terapi öyküleri yazmak istiyorum, içimde çok şiir birikti. Belki bu öykülerle bu şiirin bir kısmını ifade edebilirim. Elbette şiir yazabilmeyi de isterim, kısmet bakalım, önce biz Mevla’dan dileyelim.
Eyyüp Akyüz konuştu