Hız bir uyuşturucudur ahali, ruhun için yavaşla!
Yazdığı her kitapla modern yaşamın içinde sıkışıp kalmış modern insana seslenen Kemal Sayar, “öteki”yi keşfederek ruhu derinleştirmenin yollarını anlatıyor. Kayıp Arkadaş‘ta çağın bunalım kaynağı olarak “hız” hatırlatılıyor, yerine “yavaşlama” tavsiye ediliyor.
Biz ki çocukken “yavaş yavaş ye”, “çok koşma”, “terleme”, “tane tane konuş”, “öğretmenini iyi dinle”, “arkadaşlarını ezip geçme” öğütleriyle büyümüş çocuklarız. Deterjan kutusundan misket çıkınca mutlu olan çocuklardık biz. Artık ayın on beşini geçince yaşam mücadelesi vermeye çalışan bireyleriz. İşte Kemal Sayar da geçmiş nostaljisine fazla kapılmadan ama kadim geleneklerimizin ve kültürümüzün tüm güzelliklerini hatırlatarak bize sesleniyor. “Yavaşlayın” diyor. Çağın size dayattığı “Daha hızlı, daha çok, daha büyük” sloganlarına kulaklarınızı kapatın diyor. Şifayı durup dinlemekte, dinlenmekte aramanın, sonuca ulaşma konusunda en büyük yardımcı olduğunu söylüyor.
Daha fazlaya, daha büyüğe, daha hızlıya…
Hani İsmet Özel “Felaketin ortasındayız. Kapitalizmin bizi ulaştırdığı yerdeyiz. Laik, demokrat ve neşeliyiz” diyor ya, işte bizim neşemizde mutluluk hâli yok. Biz sürekli mutlu olmanın peşine düşmüş mutsuzlarız artık. İmkânsızı kovalıyoruz, “impossible is nothing” sloganıyla kendimize paha biçilmez ürünler alıyoruz. Aslında onların bir değeri var ama bizim biçtiğimiz değerden daha önemli bir şeyin taarruzu altındayız: Hemen al!
Yemek siparişi veriyoruz ve en hızlı şekilde gelmesini istiyoruz. Bu isteğimizi not olarak ilgili restorana iletiyoruz ki motorsiklet sürücüsü hayatı pahasına bize yemeği ulaştırsın. O kadar hızlı gelsin ki o yemek, “fast food” unvanının da hakkını versin. Yemeği yemeye başladıktan sonra hani o pişmemişlik, aşırı hızdan savrulup birbirine karışmış yiyecek parçaları bize neyi hatırlatıyor? Yok, yine olmadı. Daha hızlı çalışılsa böyle olmazdı! “Daha iyi” nerede kaldı?
Kemal Sayar’a kulak verelim: “Asla olmamış olanı ele geçirme ve onunla tatmin olma arzusundayız. Negatif mutluluk, kendini kandırmanın mutluluğu. Kişinin tekamülüne izin vermeyen bir ticari mutluluk. Mutlu ve içi boş insanlık. Tamahkârlık en büyük güdüsü haline gelmiş, onu hep daha ilerilere doğru zorlamaktadır. Daha fazlaya, daha büyüğe, daha hızlıya. En iyi yemeği yer, en iyi tatili yapar ama hayatın gizli saklı lezzetlerini asla göremeyiz. Yaşam tarzı pornografisinin bütün amacı haset uyandırmak, kıskançlığı teşvik etmektir. Şöhretimizi, servetimizi, mülkümüzü, bedenimizi ve güzelliğimizi göstermek isteriz. Maddecilik işte tam budur: Sizin başarılı olmanız yetmez. Diğerleri de başarısız olmalıdır.” [184-185]
Ruhumuzdan sonra bedenimiz de hızdan nasibini alıyor
“En” kelimesini bu kadar çok kullandığımız bir devir olmamıştır. En hızlı arabaya, en büyük eve, en akıllı cep telefonuna, en güzel kıyafetlere ve en lezzetli yiyeceklere sahip olmak için de “hızlı davran!” diye bağırıyor bu çağ. Ne kadar hızlı olursan o kadar çok kazanma şansın artar. Hızın ruhumuza sinsi sinsi yanaşma dönemiyse çoktan geçti. Artık hız içimizde. “Kafa dağıtmak” için yaptığımız şeylerde bile hızı arıyoruz. Oyun oynarken görüntü akışının en hızlı olanını tercih ediyoruz. Akraba ziyaretlerini çarçabuk yapmak için bin bir numara çeviriyoruz. Galiba hız yeni bir karakter oluşturdu. Oluşan karakter, baktığı hiçbir şeyi görmüyor. Doğal olan hiçbir şey umurumuzda değil. Peki yaşamak?
Sahi şu hız bize tatil olanakları sunarken bile çeşitli sürprizler(!) lütfediyor: “’Zamanla birlikte hareket etmek’ günümüz toplumunda bir gereklilik olarak algılanıyor. Daha hızlı daha iyidir, zira hızlı olan verimlidir. Ağın dışında kalmak ekonomik fırsatları kaçırmak demektir. Bu yüzden fazla verimlilik için daha da hızlanıyor ve tefekkürden, ruhun içe doğru derinleştiği zamanlardan öcü görmüş gibi kaçıyoruz. Hız kültüründe zamanın kendi doğal akışında akmasına izin verilmez. ‘Yavaş zaman’ın sokulacağı bir kovuk, bir sessizlik alanı bırakılmaz. Hatta reklamlar, daha yavaş mekânların da kolonize edildiğini gösterir. Tenha bir sahilde elinde dizüstü bilgisayarıyla dünyaya kablosuz bağlanan kişi imgesi, orada tabiatla hemhal olunarak da e-postalarınızı okuyabileceğinizi söyler.” [sf. 205]
Ruhumuza uygun bir kitap için raflara göz attığımızda hemen tepede bir ifade görürüz, “en çok satanlar” diye. En çok satan aynı zamanda iyi midir? Bir takım internet sitelerinde -ben bu sitelerin algı yönettiğine inanıyorum- günde iki kere “Buralara gitmeden ölmeyin” şeklinde başlıklar görürüz. Televizyon ekranları sık sık “Bu lezzetleri tatmadan ‘yaşıyorum’ demeyin” tarzına sahip programları gözümüze gözümüze sokar, yemeği yapan teyze hemen arkada şaşkın şaşkın kameraya bakar, “biz bunları 200 senedir yiyoruz” der gibi. Doğal ya hani, şimdi bir de bu başladı. Hayatımızda hiç doğal bir şey yokmuş gibi “organik” kelimesiyle akraba olduğumuzu hatırlattı hız bize. Bu da mı hızdan? Evet hızdan. Siz bir tavuktan fıtratına aykırı bir “yumurta üretimi” beklerseniz devreye nice “girişimci” girer. Makineler, antibiyotikler ve ne idüğü belirsiz katkılar, koruyucular vasıtasıyla ruhumuzdan sonra bedenimiz de hızdan nasibini alır. Midemize “mevtayı nasıl bilirsiniz?” deyu sorulacak olsa, “çok hızlı yerdi” cevabını duyacağımız muhakkak.
Sahi, hangimiz kalbe iyi gelen bir işle meşgulüz acaba?
Milan Kundera, “Teknoloji devriminin insana armağan ettiği bir esrime biçimidir hız… Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları?” diye sorar Yavaşlık adlı eserinde. Yorgunluk Toplumu adlı herkesin muhakkak okuması gereken kitabında Byung-Chul Han, “Günümüz toplumu artık Foucault‘nun bahsettiği hastaneler, tımarhaneler, hapishaneler, kışlalar ve fabrikalardan oluşan bir disiplin toplumu değil. Bunların yerini çoktan beridir fitness salonları, gökdelenler, bankalar, havaalanları, alışveriş merkezleri ve gen laboratuvarları aldı. 21. yüzyıl toplumu artık bir disiplin toplumu değil, performans toplumudur. Sakinleri de itaatkâr özne değil, performans öznesidir. Bu özneler kendi kendilerinin müteşebbisleridir. Disiplin toplumunun negatifliği deliler ve caniler doğurmuştur. Performans toplumuysa depresif ve mağluplar yaratır.” diyerek adeta “kariyer planlamamızı” yazmıştır.
Sahi, hangimiz kalbe iyi gelen bir işle meşgulüz acaba? Hangi strateji bunu yazabilir, hangi pazarlama taktiği, hangi bilanço, hangi ciro? Ölümüne çalışarak öleceğiz. Ve kalp hesabını sorduğunda titreyip kekelemeye bile vaktimiz olmayacak. Kalpsiz öleceğiz bir reklam arasında. Kemal Sayar kitabında şöyle söylüyor: “Reklamcılıktan dizi film veya haber endüstrisine dek bize bir şey satmak isteyen herkes, duyguları kitleleri manipüle etmek için hoyratça kullanıyor ve bu yüzden duygu hazinemiz tükeniyor. Gerçek olmayan duygular bize duyguymuş gibi sunulduğu için sahici duyguları hissetmekte zorlanıyoruz. Sahte duygular süpermarketinde duygu tüketilen bir meta halini aldığı içindir ki yanı başımızda ıstırap içinde haykıran komşumuzun sesini duymuyor, onun acısını hissedemiyoruz.” [sf. 238]
Olanı biteni daha iyi kavramak, akıl ve kalp süzgecinden geçirmek, farkına varmak, ahlakı, merhameti, vicdanı, iyiyi hayatımızın temeline oturtmak için yavaşlamamız lâzım. Hızı terk etmemiz, hızlı olan her şeyi reddetmemiz lâzım. Merhamet edebilmek için önce durup bakmak, sonra da görmek lâzım. Hız bir uyuşturucudur ahali, ruhun için yavaşla!
Yağız Gönüler