HEYULA*
Öykü • HEYULA*
HEYULA*
Efendim şimdi ben daha ilk dakikadan yemiş konusuna girmek istemezdim ama ‘birazdan şu at konusunu açarım’ diye düşünürken anımsadım -hem aradan çıkmış olsun- kuruyemiş olarak arpa yememin beni atlaştırmasa da atıllaştırabileceğini ve hiç bir zafere çekirdek çitlenen köşe başlarından geçilmeden gidilemeyeceğini dantelli kovaladığım için uğradığım Dante’nin o cehenneminden dönerken öğrendiğimi size itiraf etmeliyim. Bu sabah sonbaharın ve kış bahçemin ortasında ayakta öylece bir mektubu -okyanus aşırı mirasımı müjdeleyen mektubumu- okurken bana hayatımın başında olduğumu düşündüren o eski günleri nasıl yeniden anımsadığımı da paylaşmak isterim. Bu aralar sabahları az biraz ayaz olduğundan (bekçi uzvu donduran da derler) ve şu yeni bin yılın ikinci on yılında da varili sınıf belirleyen fosil temelli yakıtlara kaldığımızdan sırtıma aldığım at kılından hırkanın ve ağzımdaki tek lokmanın arz ettiği önemi anlatmama da gerek yoktur sanırım. Artık minimalist bir birey olduğumu bilmenizi istediğimi ve vaktinizin benimkinden değerli olduğunu bilmediğimi sanmanızı istemediğimden okuyacaklarınızı bir hap olarak başuçlarınızdaki komodinlerin üzerindeki boş su bardaklarının dolu yarılarına attığımı görebileceğinizi ve içip placebo etkisini birinci elden deneyimleyebileceğinizi de söylemeden geçemeyeceğim.
“Kötülük bunca kol gezerken iyilik yapmak ne de kolaylaştı…”
Bir yerlerde duyup duymadığıma ya da ayna karşısında önemli bir deyiş keşfetmişçesine kendime söyleyip söylemediğime emin olamadığım bu tümceyi daha önce duyup duymadığını saatine yüz dolar kesen doktoruma sorarken gözlerim doktorun duvardaki diplomasına kaymıştı (Gözlerim de zihnim gibi düşünülmesi gereken ciddi meselelerden, çözülmesi gereken sorunlardan ilgisiz yerlere kayma konusunda öylesine uzmandılar ki onlara laf geçirmem neredeyse imkansızdı ve işte tam da bu nedenle lafı doktoruma geçirerek rahatlamaya karar vermiştim ki cebimdeki oval köşeli plastik dikdörtgenlerden en siyah ve en limitsiz olanını pos cihazından yağ gibi kaydırarak geçiren [acaba kartın geçirildiği o ince bölümü ara sıra makine yağıyla yağlıyorlar mıydı?] asistan hemşireyi [hemşerimdi de] anımsamıştım) Kara kartın üzerindeki ismime dikkatle baktıktan sonra gülümsemiş (henüz tam tanınmamış zengin adayı bir popçu ya da topçu olduğumu düşünmüş olabilir ki tipim de fena sayılmazdı) soyadımın olmayışına şaşırmıştı. Peşimdeki şeytanın dolduruşuna gelmeden halvet-i ruhiye için orada olmadığımı dişlerimi sıkarak kendime telkin ederken doktorun iç içe kümelenen düşünce bulutlarıma aldırmayıp, “Kötülük kolluk kuvveti mi yahu kol gezsin, ahahahaha!” şeklindeki zevzek serzenişine şahit olmuştum. Kapalı alanda duman o zamanlar yasayla yasaklanmamıştı ve muayenehane bir sis makinesinin üretebileceğinden çok daha fazla dumanla doluydu. O, sigarasından bir fırt çekip zenginlere has kahkahasını atarken benim Tarihî Yarımada’ya çökmüş sisin arasından burnunu gösteren bir vapur gibi beliren ve deri berjere ters dayanmış duran udu görmemem ve Kimseye Etmem Şikayet adlı Curcuna usulündeki eseri anımsamamam mümkün olamazdı. Gülmeyince yavaşça ciddileşti ve sakin olmamı telkin etti (Muayenehane dediğim sishane Fındıkzade’deydi ve zade oğul demekti ve o an delirmemek imkansız değil gibiydi.) Seslice “Panzehirin bende!” dedi. Hayat artık böyleydi ve birilerinin umurunda olduğunuzu gösterebilmeleri için cebimizdeki plastiklerin bir limitinin olması gerekiyordu. Limitsiz olanları ise daha bir tercih sebebiydi. Gerisi bir imzaya, olmadı tuşlanacak dört rakama bakıyordu. Limitsiz olabilmek içinse limitsiz çalışmak yetmiyor, ümitsizlikte vakit kaybetmeden her konuda limitsizliği düstur edinmek gerekiyordu ki sahte olduğu bilinse de eser miktar seratonin salgılatan sevgi gösterilerinden mahrum kalınmasındı (Plastiği gözlerim dışarıya kaydığında gördüğüm [evet yine yerlerinde durmuyorlardı] hayatın curcuna musikisinde kaybolmuş yaşlı bir adama vermek istedim ama onurlu hayatını imza peşinde, şifre peşinde heba etmesine razı olamazdım)
Neyse, ne diyordum… Hah diploma diyordum… Nokta nokta boş bırakılan yere kaligrafi dağının zirvesinde tek başına nefessiz kalmış bir usta tarafından yazılmış gibi bir özenle yazılıydı doktorun adı (tüm diplomalara isimleri yazan muhtemelen bu işi otomatiğe bağlamış bir başka öğrenciydi ve o öğrencinin diploması varsa onun adını diplomasına kim yazmıştı? Öğrenme işini profesyonel olarak yapan bu öğrenici nerede okuyordu, kaça gidiyordu, bu işten ne kazanıyordu, tüm düşündüklerimi algılayıp seslendiren bir cihaz keşfedip kendisine ekleştirsem düşüncelerini aynı müthiş düzgünlükte yazabilecek miydi?) Kendisini bekleyen konfor alanından henüz epey uzak olduğunu bilen kaygılı bir ifade vardı doktorun diplomasındaki vesikalığında. Vesikalık her gün eskiyeceğinden, doktor yıllar süren profesyonel öğrenicilikten mezun olduğu için hüzünlüydü (hâlen ve o zamanlar). Zevzekliğine aldırış etmeden ve şakasına tebessümle mukabele edip “Kötülük kolumda kol gezerken bulduğu damar yolundan içeri sızdı tohtur bey ve hemen kan alın ki uzaklaşsın benden hemşiranım!” demiş bulundum ticari piyasaların kan alma yöntemini kullanmayacaklarını ümit ederek.
İğnenin saplanmasıyla geçmişe saplanmam bir oldu.
Peki o günlerde neler mi olurdu? Gökler maviyken kanım kaynar, hava karardığında tuhaf bir bakır tadı yerleşirdi dilime. O vakit henüz delirmemiştim. Erimiş bakırı aynadaki dilimde gördüğüm o ilk anda onun tüm benliğimi sarabileceğini düşünmeye üşenmiştim. Yavaş gösterimde akan iç içe geçmiş peliküllerin perdedeki izi kadar boştu sonsuz sandığım hayatım. “Hayatım!” diyen seslerden, ‘Evladım!’ diye seslenenlerden, uzak haralarında keyifle kişneyen atlardan, kar altında kalmış otlardan, kâr altında kalmış insanlardan, ciğere inmeyi başaramamış, bitirilmeyi beklediklerini bilmeyen diğerlerinin mütemadiyen başarısızlıkla suçladığı bir sigaranın dumanından mütevellit harelerden ve derin iç çekişlerden habersizdim. Doğmuştum. ‘Heyula’ koymuşlardı ismimi. Kulağıma okudukları üç senede yazılmış bir bitirme teziydi. Pek garipti başlarda. Çabuk alıştım sonra. Oldum. Sandım. Oldum sandım. Dinmeyen bir bilinmeze erme isteğiyle hayalî vadilerin özgür atlarını duymayı becerebiliyor, ehlileştirebileceğim bir tayı aramaya devam ediyordum zihnimde ve çevremde (asistan hemşire olayından da anlayabileceğiniz gibi bu hiç değişmemişti) Oysa şimdi, gönüllü seçtikleri arpalıklarından artık mesut olmayan o güzel atlar yeni insanlarına bindiler ve çekip gittiler bir bir. Yularların naylonuna, atların kişnemeyenine kaldık biz.
Neyse, konu dağılmasın, ne diyordum? Hah, hareler ve haralar… Bir çok konuda olduğu gibi işte o konuda da şairin dediği yerdeyim. Hâttâ yerdeyiz. OK, onu da da şairin dediği yerdeyiz. Da da: “Seninle aynı değilim ki ben, bak işte ışığı gördüm ve yükseklik kazanıyorum, etrafımda bir hare, kafamın çevresinde bir hare!”. Peki nasıl geldik biz bu hâle? (Yanlış anlaşılmasın, kafiye olsun diye değil) “Aman canım nasıl geldiysek geldik…” Normaliz ya, kırmızıda durmadık, yeşilde geçmedik. Lamı cimi yoktu, olacak olacak, gelecek gelecekti. Jim’de dur, Lam’da geç (Morrison & Hendrix)
Aydınlanmalıydım. Daha geç olmadan… Aydınlıkta aydınlanmanın müptezellikle doğru orantılı bir ilişkisi vardı nihayetinde. İşte tam da o yüzden şimdi ışınla beni dedim Skati! (‘S’ parantezinde kat’i bir ışınlanma). ‘Navigasyon Butonu’na basıyordu Skati… Aydınlanıyordum. Ahlar Vahlar Köprüsü’nde bir pedal gibi ara sıra ben de wah’lıyordum!
Evet efendim ne diyordum, ha sigara diyordum…
Doğrudur hayatı -aradan çıksın için- ciğerlerime çekmeden, dudak tiryakisi gibi yaşadığım ve onu da sigara gibi bırakmak için bir süreliğine kuruyemişe dadandığım… ‘Dadandığım dağa kuruyemişe gidelum!’ diye çığırmışlığım olmasa da türkü hiç, doğrudur yemiş yemişliğim ve dünyanın yıkılayazmasına üç kez şahit oluşum ve zamanın tüm bilgisinin dimağıma istemsizce kazınışı. Geriye kalan ise az biraz tatlı krizi (sen benim kan şekeri bi dip!) Az kazan dibi gecenin bu saatinde kazanılan kazı kazan gibi… Kaz’ı kazan beybi! (Daha önce de belirttiğim gibi salt kafiye olsun diye değil) Etiketimi kazısan altında Simurg yazdığını görecekmişsin gibi çek beni (Panpa). Ve ‘check’ beni ‘mate’. Şah-Mat. Acı kazan ki -no pain,no gain-dir:c, bi hikâye geldi geliyo acık uzan…
Sigara dedimse ancak sigaranın küllerinden doğan bir Zümrüd-ü Anka’ydım gözyaşları ile sönebilen. Ve yine şairin dediği gibi ‘Gözyaşların, gözyaşlarım, kafiye olsun diye değil’di… Kaf dağının tepesindekine benzer kafa dağı yapan bir hare (döndük mü yine hareye) oluşuverdi kafamın etrafında sonra inceden. Neticesi insanlığın kazandığı bir savaş ve mutlu bir evrendi. Kuzu postunda kurttan ziyade Chewbacca postundaki samimiyeti temel alan bir sohbet eşliğinde dostlarla karşılıklı yenen zırh kıymadan derme bir kebap tadındaydı zafer. Ziyadesiyle ziyade olmuştu. Ziya de, oldu (karıştırma kafasını çocukların) Zafer gibiydi… Dahası mı? Dahası, zaferdi işte (canımı sıkmayın benim!) Nihayetinde insan Muzaffer’di. Muzaffer dayı iyi bir insandı. Tarih öğretmeniydi. Oysa bilinçli bir tercih değildi tüm tarihin zihnimde bu şekilde yer edişi. Bilmem ki nasıl bir edimdi. Ama işte edimdi… Ve de budumdu… Gittikleri yerden memnundular ki pek çokları anımsamazlar bir zamanlar güzelin hâli vakti deprenen buduydu. Eden bulur. Eden, Blurry. Cennetten ne de uzaktaydık sahiden…
Kış bahçeme yalnızca sınırsız göğe gönlümce bakmak için çıkmak istemiş olsam da gözlerimin hızlı hareketlerine engel olamıyordum. İğnenin etkisi devam ediyordu. Beni Simurg sandıklarından (çıkarın beni bu Simurg sandıklarından) kartal keskinliğinde görmesini bekledikleri gözlerim yaşlılık lekeleriyle dolu ellerime, iki elimle tutaklarına dayandığım yürütecin metal saplarına kayıyorlardı istemsizce. Uzun zamandır, zamanın kendisini unutturacağı kadar uzun bir süredir yalnızdım. Her günümün hesabını sorup beni hırpalayacak birilerine hasret kalacak kadar yalnız (Heyula’nın yalnız kalmaması mümkün müydü?) Sınırsız servetimi o güne kadar hiç görmediğim bir bitkiyle değişmeye hazırdım. Dokunduğu her şeyi altına çevirecek bir şey değildi aradığım. Yaratıcının dokunuşundaki sade güzelliği bir bakış için bile olsa derinden duyumsatabilecek bir yaprak belki… Kâğıt ve metal parçalarının, blok zinciri bit’lerinin olmadığı zamanlarda yaptığımıza benzer bir değiş tokuş. Ürettiğimiz efsanelerin esiri oluşumuzu bize belletirecek bir belletmen. Doğrudan. Dolaysız…
Dışarıya şöyle bir göz atabilmenin, üstelik üşümeden etrafı görebilmenin büyük bir lütuf olduğunun ayırtındaydım bu sabah. Beni oranın camdan bir hapishane olduğuna inandırmak isteyen iç sesime söz geçirebilmeli, susmasını söyleyebilmeliydim ama iç sesime seslenecek gücüm kalmamıştı. Zihnim yorgundu ve siyah bulutlardan beyaz taneler düşmeye başlamıştı ki mevsimin bir sonrakine döndüğünü o an anlamıştım. Hatıralar hareket eden resimler hâlinde geçmeye devam ediyor, fonda Rush (Xanadu) çalıyordu. Gürül gürül yanan kestane kabuğu rengi sobanın yanında örgüsünü ören anneannemin sabırlı yüzü yine gülüyor, griye çalan beyaz saçlarından bir tutam başörtüsünden taşıp yanağına düşüyordu. Hiç kimsemin ve hiçbir şeyimin kalmadığını gördüğüm o gelecek hızla geliyordu. Demek, doktorun ‘panzehir’ dediği böyle bir g(örüntü) vaat ediyordu.
Hemşerim asistan hemşire iğneyi çektiğinde kendime geldim sandım.
Sildi yüzümdeki teri temiz havluyla.
“Sonsuza dek lanetlenmenin sadece yeryüzünde sonsuza dek lanetlenmeye tercih edilebileceğini biliyor muydun?” diye sordum can havliyle.
Boş baktı…
“Gidiyorum” dedim, “Muhteviyatını bilmediğim bir mirası almaya aşırı güzel okyanusu aşarak gidiyorum… Okyanus aşırı…”
Doktor, neredeydi?
Sahi, en son ne diyordum?
* 46 Ayar günlerine ve Yeni Bin Yıl’a…