Kültür - Sanat

Hattat Hâmid Aytaç’ın hastanede verdiği son röportaj

Eski edebiyat yıllıkları arasında dolaşırken 1983 Suffe Yıllığı’nda 1982’de vefat eden hattat Hâmid Aytaç’a (1891-1982) dair bir bölüm ayrıldığını gördük. Bu bölümde İsmail Yazıcı tarafından Aytaç’la yapılan ve Kök dergisinin 17. sayısında yayınlanmış olan bir mülakat yer alıyor. Hattat Hamid’in hayatını, İstanbul’a gelişini, tahsilini, hocalarını, talebelerini, anılarını aktardığı bu mülakatı alıntılıyoruz.

HATTAT HAMİD’LE HASTANEDE YAPILAN SON MÜLAKAT

Hayatınız hakkında bilgi verir misiniz?

Asıl adım Musa Azmi’dir. 1891 yılında Diyarbakır’ın Ulu Camii, İmadiye mahallesinde doğdum. Babamın adı Zülfikâr, annemin adı ise Müntehadır. Biz üç kardeştik. Ben, benim küçüğüm Muharrem Aka ve en küçüğümüz Kadri Aytaç. Muharrem, 30 yıl kadar önce vefat etmişti. Fazıl isminde bir oğlu halen hayattadır ve Amerika’da bulunuyor; küçük kardeşim Kadri ise geçen sene mide kanserinden vefat etti. Kendisi hakkâklık yapıyordu. Aynı zamanda şâirdi.

Babam kasaplık yapardı. Babamın babası, yani dedemin ismi Adem-i Amidî (Diyarbakırlı Adem) idi. O da hattattı…

(Mesele çocukluk yıllarından açılınca Hâmid Bey birden doğruldu ve heyecanlandı. O yıllara ait hatıralarını anlatmaya başladı)

Ben o zaman 6-7 yaşlarında idim. Bir gün babam “Fare köyüne gidiyorum” diyerek evden ayrılmıştı. Ben de Fare köyünün nerede olduğunu bilmiyordum. Diyarbakır’ın bir kenar mahalle kapısından çıkmışım. Epeyce yol kat ettim. Mevsim yaz, hasat zamanı. Küçük halinde yapayalnız gidişim tepede bir adamın dikkatini çekmiş olmalı ki, “Oğlum nereye gidiyorsun?” diye bağırdı. Ben sesi duyar duymaz kaçmaya başladım. Koştum… Koştum… Nihayet bir eşek sürüsünün içine daldım. Sürü sahibi bana, “Oğlum nereye böyle?” dedi. Ben de “Fare köyüne gidiyorum” dedim. “Peki, orada kimin var?” “Babam var” dedim. “Bin eşeğin üzerine öyleyse” dedi.

Bindim. Meğer adam da aynı köye gidiyormuş. Köye vardığımızda bizim ağalar (babasını kastediyor) köydeki küçük bir dere kenarına oturmuşlar, sabah kahvaltısı yapıyorlar. İçlerinden biri babama, “Amca bak oğlun geldi.” dedi. Babam da şaşkın ve telaşlı ardına baktı ki ben gelmişim. Peder hiddetle bana, “Nasıl oldu da geldin buraya sen” diyerek bir hayli kızdı. Beni cezalandırmak istedi ama bırakmadılar. “Çocuğu bırak, zekâsı sayesinde buraya gelmiş” diyerek pederi yatıştırdılar. Zavallı annem de sokağa çıkmış, bütün gün akşama kadar beni arıyor. Ben kayıbım. Ertesi günü pederle beraber eve dönünce şaşırdı. “Bu kaybolmuştu, nerede buldun?” “Sus yahu” dedi babam, “Tek başına yanıma geldi.”

Yine bir gün babam kesmek için bir dana almıştı. Hayvanın gözleri ceylan gözü gibiydi. Ben hayvanları çok severdim. Bilhassa kedileri; o küçük canavarcıklara bayılırım. Danaya bir türlü kıyamıyordum. Babama bu sevimli hayvanı kesmemesi için çok yalvardım. Lâkin ikna edemedim. Nihayet danayı gözümün önünde yatırdılar. Pederin keskin bıçağını hayvanın boğazına sürmesiyle kanın fışkırması bir oldu. Ben âdeta kendimi kaybetmişim. Babama “Nasıl kıydın bu cana?” dedim. “Ne yapalım oğlum, ekmek parası.” dedi. “Başka bir iş yapamaz mısın? Celeplik yap, canlı al sat… Şayet bir daha böyle hayvana bıçak vurursan beni kaybedersin” dedim. Peder de hiddetlenerek; “şuna bak, bize akıl vermeye kalkışıyor” dedi. Ne gariptir ki, babam da ayağına düşen bıçağın açtığı yara neticesi vefat etti. Allah rahmet eylesin.

Tahsil hayatınız nasıl başladı?

İlk önce beni Ulu Cami bitişiğindeki sıbyan mektebine verdiler. Okuma ve yazmayı burada öğrendim. Burayı bitirdikten sonra da Diyarbakır Askeri Rüştiyesi’ne devam ettim. Rüştiyeden sonra da Diyarbakır İdadisi’ne kaydoldum. Diyarbakır’da idadiyi bitirdikten sonra 1906 yılında eskiden beri içimde hasretini duyduğum İstanbul’a geldim. İstanbul’da da büyük bir aşk, cehd ile tahsil hayatımı devam ettirmek istiyordum. Önce o zamanki adıyla “Mekteb-i Kuzat” yani Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum. Burada bir yıl okuduktan sonra hocam Cizrelizâde Mithat Bey’in himmet ve gayretiyle “Sanâyi-i Nefise”, bugünkü adıyla Güzel Sanatlar Akademisi’ne devam etmeye başladım. Bu esnada pederimin vefatı ve hayatımı kazanmak mecburiyetinde kalışım tahsil hayatımın devamına imkân vermedi.

Yazı yazmaya ne zaman ve nasıl başladınız?

Çok küçük yaştan beri içimde büyük bir sanat aşkı vardı. Sadece yazı değil. Bütün güzel sanatlar. Bilhassa resim. Daha sıbyan mektebinde iken etrafımın dikkatini çekmişim. Yazı yazmaya düzenli bir şekilde hocam Mustafa Akif Tütenk’te başladım. Bu zat Diyarbakır 1. devre milletvekili idi. Bu şahsın benim üzerimde büyük tesiri olmuştur. Sanat hayatımın ilk adımını bu sayede atmış oldum. Hocama devam ettikçe yazıdaki kabiliyetim inkişâf ediyor, merakım gittikçe artıyordu. Bir gün elimde olmayarak Kuran-ı Kerim’in bir sayfasına bir âyet yazdım; bunu gören hocam da “Başka yazacak yer bulamadın mı” diyerek beni falakaya yatırdı.

Askeri Rüştiye’ye devam ettiğim yıllarda da resim hocam (Jandarma kolağalarından ve aynı zamanda Ali Rıza Bey’in talebelerinden) Ahmed Hilmi Bey’den Sülus; Vahid Efendi’den de Rikaa yazılarını meşkettim. Bunlardan başka aynı zamanda akrabam olan Abdüsselâm Efendi ile Kavas-ı sagir imamı Said Efendi’den de istifade ettim. Said Efendi’nin kendine has bir öğretme ve yetiştirme tarzı vardı. Bu zât Kuran-ı Kerim’i âyetlerinin uzunluk ve kısalığına göre tebeşirle tahtaya yazdırırdı. Bu vesileyle Kur’ân-ı Kerim’i birkaç sefer tahtaya yazmışımdır.

Yine Rüştiye’de okuduğum yıllarda Ahmed Hilmi Bey ve Vahid Efendi’den ayrıca Romen ve Gotik yazılarını da öğrendim. Bu çalışmalarım diğer derslerime mâni olunca o yıl sınıfta kaldım. Babam da bu duruma içerleyerek beni yazıdan menetti.

Daha sonra yazıya nasıl devam ettiniz?

Pederim yazıdan beni menetmesine rağmen ben bir türlü vazgeçemiyordum. Uzun kış gecelerinde sabahlara kadar lambanın ışığında çalışırdım. Hatta bir gece babam “Artık yat, sabah mektebe gideceksin, kalkamazsın” dedi. Ben de “Merak etme kalkarım” cevabını verdim. Odamdan ayrılıp gidip yattı, ben yatmadım. Biraz sonra tekrar geldi, baktı ki ben hâlâ çalışıyorum. “Ben sana yat demedim mi?” diye gürleyerek lambayı söndürdü. Ben çaresiz yattım. Fakat yazım yarım kaldı. Aklım hep onda, bir türlü uyuyamıyorum. Bekliyorum, derin uykuya dalsınlar da kalkıp tekrar yazayım. Bir müddet geçtikten sonra tekrar kalktım, etrafı kontrol ettim, tam zamanıdır. Gaz lambasını yaktım, yazıyı tamamlamaya koyuldum. Aksilik bu ya, babam gürültüme uyanmış.

“Sen tekrar kalkmışsın, yazıyorsun ha!” diyerek lambayı söndürdü, kapının dışına koydu. “Hadi yat” diyerek kapıyı üstüme kilitledi. Ben de çaresiz yattım. İşte ben hep bu azimle çalışırdım. Bu günlere bu sayede geldim. Bana bugünkü bu kıymeti verdiren o zamanki yazı aşkıdır.

Sultan II. Abdülhamid Han’ın cülusu (tahta çıkış yıldönümü) münâsebetiyle beyaz bir bez üzerine “Padişahım Çok Yaşa” yazısı yazılacak, geceleri arkadan lambayla aydınlatılarak meydana asılacaktı. Yazıyı hocam yazıyordu (hangisi olduğunu şimdi hatırlayamıyorum). Ben de hocama yardım ediyorum. Bu esnada ben de tuttum, padişahın tuğrasını yazdım. Amcazâdem belediyede memurdu. Çalışmalarımı görmüş ve alâkalılara durumu bildirmiş. Bana sultan II. Abdülhamid Han’ın tuğrasını sipariş ettiler. Ben de yazdım. Bir yandan da babamdan çekiniyordum. Çalışmalarıma mukabil bir altın lira verdiler, sevinçle koşa koşa eve geldim. Babama “Belediyeye yazı yazdırdılar, karşılığında bunu verdiler” dedim. Pek inanmadı, “yalan söylüyorsun. Bu parayı buldun mu, çaldın mı?” dedi. Ben de “Ne buldum, ne de çaldım” dedim. “Peki, akşama amcazâden gelir, ondan sorarım. Şayet yalanın ortaya çıkarsa o zaman gününü görürsün” dedi.

Akşam işten dönerken amcazâdem eve uğramıştı. Pederin ilk işi durumu tahkik etmek oldu. O da hiç tereddüt göstermeden, “Evet söyledikleri aynen doğrudur” cevabını verdi. Bunun üzerine babam bana, “Seni yazıdan menetmiştim. Şimdi bu kararımdan vazgeçiyorum. Sen yazıya devam et, ben yemin kefaretimi veririm” dedi.

İstanbul’a nasıl geldiğinizi anlatır mısınız?

Yıl 1906. Diyarbakır İdadi Mektebi’ni yeni bitirmiştim. Daha iyi yetişebilmem için İstanbul’a gitmeyi kafama koymuştum. Bütün idealim o güzel şehre gidip oradaki büyük sanatkârlardan ve sanat çevrelerinden istifâde etmekti. Mezun olduğum mektep beni yazı hocalığına istiyordu. Pederim, “Bak oğlum, mektebin 8 altın lira maaşla seni istiyor, ne dersin?” dedi. Ben de “Baba, benim ne o mektepte ne de maaşta gözüm var. Ben İstanbul’a gideceğim” dedim. Babam göndermek istemiyordu. “Şayet sen göndermezsen ben de kaçarım” dedim. Bunun üzerine babam bir akşam akrabaları dâvet edip, onlara bir ziyafet verdi. Sohbet esnasında da benim durumumu mevzu etti. Misafirlerden biri, “Ben tapu kadastroda çalışıyorum. 8 lira maaşım var, oğlunuzu da aynı maaşla oraya aldırabiliriz” dedi. Babam da “Bak oğlum, amcanı duydun, ne düşünüyorsun?” deyince ben yine ısrarla İstanbul’a gideceğimi söyledim.

Nihayet mecliste bulunan ve Farisî derslerini okutan hocam Rasim Pamukçu’nun pederi Hacı Bey nâmında bir zât babama dedi ki, “Bu çocukta bir kabiliyet görüyorum, ‘Tevekkeltü alâllah’ de, gönder.”

Ve ben o zâtın sözü üzerine İstanbul’a geliyorum. Demek bir kader bekliyormuş beni burada. Şimdi ise bu kaderin acı tecellisini şu hastane köşesinde devam ettiriyoruz. İstanbul’a geldiğimde muhitin yabancısı idim. Bir hayli sıkıntılı günler geçirdim. Önce tahsilimi devam ettirmek düşüncesiyle o günkü adı “Medresetül Kuzat” olan Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum. Buraya bir yıl devam ettikten sonra coğrafya hocam Cizrelizâde Midhat Bey’in ısrar ve teşvikiyle yine o günkü adı “Sanayi-i Nefise” olan Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydoldum. Ancak bu esnada pederimin vefat etmesi tahsilimin devamına mâni oldu. Hayatımı kendim-kazanmak mecburiyetinde kalmıştım.

İstanbul’daki çalışma hayatınızdan bahseder misiniz?

İstanbul’a geldiğimde bir han odası tutmuş, orada kalıyordum. Babam her ay bana üç altın lira gönderirdi. Daha sonra bu para kesildi. Hayli sıkıntılı günler geçirdim. Hatta bir ara üç gün aç kaldım. Devamlı yemek yediğim küçük bir lokanta vardı, sahibi İstavri adında bir zâttı. Yemek yemeye gelmeyince durumumdan şüphelenmiş. Bana “Bre sen yemek yemez misin?” diye sordu. Ben de “Memleketten para gelmiyor” dedim. “Paran gelinceye kadar buradan yiyeceksin” dedi. Onun o iyiliğini hiç unutmam. Tahsil hayatım yarıda kalınca piyasada iş bulmak ve çalışmak mecburiyetinde kaldım. İlk önceleri ufak tefek işler yapıyordum. Bahsettiğim lokantacı zat beni bir zâta götürdü. “Efendinin yazısı çok güzeldir, kendisinden istifâde edebilirsin” dedi. O zât bir yerden yazı siparişi almış, onları tabediyordu. Ben yazıları eczalı kâğıt üzerine yazıp kendisine veriyordum.  Bu esnada Maarif Nezareti’nin (Bugünkü Milli Eğitim Bakanlığı) “mekteplerde yazı hocalığı münhaldir” diye gazetelerde çıkan ilânı üzerine ben de imtihana iştirak ettim; muvaffak olmuşum. Evraklarımı tamamlayıp gittim. Memur, “Oğlum mevzuata [göre] 20 yaşını bitirmiş olanlar muallim olabilir; senin yaşın ise 18, git yaşını büyült, öyle gel” dedi. Ben de, “Beyefendi, ben yaşımı büyültsem bile hakikatte yine 18 yaşında olacağım. Bakınız benden daha yaşlılar var, onlar muvaffak olamamış, ben muvaffak olmuşum. Akıl yaşta değil baştadır” dedim. Ben dışarı çıkmak üzere geriye dönerken konuşmamızı dinleyen oradaki yaşlı bir zat, “Oğlum, al şu kâğıdı, Haseki semtinde Gülşen-i Maarif mektebi vardır, oraya gel” dedi. Meğer o zât o mektebin müdürü imiş. Ertesi gün doğruca Haseki’ye gittim. O mektebin muallimi olduk. Burası özel bir mektep idi. Hocalarımdan öğrendiğim usul-i tedrisi burada aynen tatbik ediyordum. Talebeler arasında hayli gelişmeler olmaya başladı. Hatta öyle ki, talebeler benim gelmemi sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ben geldiğim esnada da birbirlerine hitaben “Efendiler susun, mektebin yazı hocası geldi” diyorlar. Sınıfı büyük bir sessizlik kaplıyor, ben içeri girer girmez diğer sınıfın çocukları da benim sınıfıma giriyorlardı. Hatta bu yüzden diğer muallimlerle aramız açılmış, mesele müdüre kadar intikal etmişti. İşte o talebeler arasında bulunan ve bir trafik kazası neticesi vefat eden çok kıymetli talebem Halim Bey böyle yetişti.

Bir yıl burada çalıştıktan sonra 1909’da münhal bulunan Rusumet Matbaası Müdürlüğü’ne tayin edildim. Bir yıl kadar da burada çalıştım. Daha sonra Mekteb-i Harbiye Matbaası hattatı bulunan hocam Hacı Nazif Bey’in vefatı üzerine boşalan yere imtihanla hattat alınacağı, binaenaleyh benim de imtihana iştirak etmem isteniyordu. Aksilik ben de o günlerde şiddetli hasta idim. Buna rağmen imtihana iştirak ettim. Müdür halimden anlamış olmalı ki, “Oğlum hasta mısın?” dedi. Ben de “Evet efendim” deyince, “Haber vereydin de imtihanı tâlik etseydik” dedi. Sanki benim için hususi imtihan yapılıyordu. “Madem ki gelmişsin, bir şeyler yaz” dediler. Yazdım ve gittim. Ama hiç ümidim yoktu. Aradan bir hafta kadar bir zaman geçti, bana bir mektup: “Yapılan imtihanı kazanarak Erkân-ı Harbiye Matbaası hattatı oldunuz. Bildirilen gün ve saatte işe başlamak üzere geliniz. Becayişiniz için dairenize yazı yazılmıştır.” Böylece burada vazifeye başlamış oldum. Burada da yedi yıl çalıştıktan sonra kendi isteğimle ayrılarak serbest çalışmaya başladım.

Yurt dışına seyahatleriniz oldu mu?

Erkân-ı Harbiye Matbaası’nda çalıştığım yıllarda 1. Cihan Harbi patlak vermişti. Mâlum, biz o zaman Almanlarla beraber harbe girmiştik. Müşterek harbediyorduk. Yıldırım orduları grubu emrinde, harita üzerinde çalışacak birisini Berlin’e göndermek istiyorlardı. Önce Neyzen Emin Dede’yi yollamak istediler. Bu zat hem hattattı hem de neyzendi. O gitmek istemedi. Bunun üzerine beni gönderdiler. Orada bir yıl kadar çalıştım. Almanlar bana “Hauptmann (Yüzbaşı) Musa Azmi” diye hitap ediyorlardı. Bir gün Suriye cephesine ait bir harita üzerinde çalışırken iki mühim noktanın işaretlenmediğini tesbit ettim. Alman subayı bana “Hauptmann, tashihle uğraşmadan işaretleyiver” dedi. “Olmaz” dedim. Israr edince, “peki, nasıl biliyorsan öyle yap” dedi. Haritanın üzerinde milimetrik olarak yerleri tayin ettim. Sonra eksik kalan noktaları işaretledim. Alman subayı niçin böyle yaptığımı sordu. Ben de cevaben, “Haritanın ölçeği 1/1000’dir. Bu durumda eksik veya yanlışlıktan doğacak hatalar da o nisbette büyüyecektir. Haritaya göre hareket edecek kumandan bundan dolayı yanlış bir harekette bulunacak olursa mesuliyet bize aittir. Bizden hesap sorarlar” deyince, elimi sıkıca tutarak “Bravo Hauptmann!” diyerek beni tebrik etti. Bir yıl kadar burada kaldım. Beni bırakmak istemediler fakat daire ısrar etti ve mecburen geri döndüm. İsabet olmuş.

1950 yılından önce senesini tam hatırlayamıyorum Mısır’a gitmek istedim ancak yaptığım müracaata Mısır Konsolosluğu menfi cevap verdi. Bu yüzden de gidemedim.

İstanbul’da kimlerden istifâde ettiniz?

Burada maalesef intizamlı bir çalışma programı takip edemedim. Maddi imkânsızlıklar da normal tahsil hayatıma mâni oldu. Bununla beraber günlük çalışmalarım yanında fırsat buldukça Hacı Nazif Bey, Neyzen Emin Dede, Tuğrakeş İsmail Altunbezer, Kâmil Akdik gibi zamanın meşhur hattatlarından istifade ettim.

Gülşen-i Maarif Mektebi’nde bulunduğum sıralarda mektebin müdürü Süreyya Bey isminde bir zattı. Yazıya karşı çok merakı vardı. Bir gün bana: “Erkân-ı Harbiye Matbaası hattatı Hacı Nazif Bey ahbabımdır, gidelim seni onunla tanıştırayım” dedi. Beraberce gittik. Celî sülüs yazımı bu sayede ilerlettim. Ayrıca hattat mektebinde hoca olan Kâmil Akdik’ten de Sülüs ve Nesih yazı bakımından istifade ettim. Tuğra çekmesini Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer’den öğrendim. Talik yazıda ise bir-iki sefer Hulusi Efendi’ye gitmekle beraber Mehmet Es’ad Yesâri’nin büyük tesiri olmuştur.

Bir gün Bayezid Sahaflar Çarşısı’nda hakkâk İsmail Yümni’nin dükkânında Yesâri’nin bir karalamasının fotoğrafını gördüm. Kendisinden istedim. O da sağ olsun beni kırmadı. Görüldüğü gibi sanat hayatımın tekâmülünde şahsî gayretim ve çalışmam ön plânda gelmektedir.

Asıl adınız Musa Azmi olduğu hâlde Hâmid imzasını kullanmanızın sebebi nedir?

Kullandığım bu Hâmid isminin doğuşunun lâtif bir hâtırası vardır. Erkân-ı Harbiye Dairesi hattatı olarak çalıştığım esnada akşamları boşta kalan zamanlarımı değerlendirmek düşüncesiyle, Nuruosmaniye’ye giden yol üzerinde ufak bir dükkân vardı, orayı tuttum. Akşamları mesai biter bitmez elbisemi değişip doğruca dükkâna gelip çalışmaya başlıyordum. Tabii şimdi olduğu gibi o zaman da devlet memurlarının ikinci bir işte çalışmaları yasaktı. Bu yüzden asıl adımı kullanamadığım için “Hâmid” müstear adını seçtim ve dükkânıma “Hattat Hâmid yazı evi” diye bir tabela astım. Müşteriler fazlalaşmaya başladı. Hatta matbaa müdürü bir gün bana bu durumdan le, “Musa Bey, Cağaloğlu’nda Hâmid isimli bir hattat var, güzel yazı yazıyor; tahkik et de onu matbaaya alalım” dedi. Fakat çok geçmeden mesele anlaşılmaya başladı. Çalıştığım müessese, askeri hizmette iken başka işlerle meşgul oluyor diye beni mahkemeye verdi. Bu yüzden hâkim huzuruna çıktım. Bereket versin hâkim İsmail Hakkı Altunbezer’i tanıyormuş. Askeri doktorların iş harici muayenehane açtıklarına, bunlara müsaade edildiğine binaen de anlayışla karşılayarak bana ceza vermedi. Neticede beraat ettim. Fakat çalıştığım daire sıkıştırmaya başlayınca istifa etmek mecburiyetinde kaldım. Hâmid ismi umumileşince bir daha değiştirmek istemedim. Nüfusa tescil ettirdim. Asıl adım Azmi iken azmettim, Hâmid oldum. Şimdi Allah’a hamdediyorum. Bu imzaya çok şey borçluyum.

Hat sanatınız yanında kabartma kartvizit ve etiket işleri ile de meşgul oldunuz, bu hususta da malumat verir misiniz?

Cağaloğlu’nda tuttuğum küçük dükkânımı bilâhare Ankara Caddesi üzerinde şimdi “Afitap” müessesesinin bulunduğu yere naklettim, daha sonra da aynı mevkide iç kısımda bulunan Reşit Efendi Hanı’na taşıdım. Burada çalışmalarıma, yazıya devam ediyordum; tabii zamanla yazı değişti. Bununla beraber şartlar da değişti. Ben de yazı sanatımı değişik bir tarzda devam ettirmeye başladım. Hem yazı yazıyorum, hem de aldığım bir makinada kabartma kartvizit ve etiket işleri yaparak geçimimi temin etmeye çalışıyorum.

Piyasaya sayılmayacak kadar çok iş yaptım. Bunlar arasında bazı resmi müesseseler de bulunmaktadır. Çarşıkapı’da Yahya Kemal Enstitüsü ile Fetih Cemiyeti yazılarıma bakarsanız altında Hâmid imzasını görürsünüz. Fakat bütün bu meşgalelere rağmen yazıyı hiçbir zaman bırakmadım. Halen de sıhhatim müsaade ettikçe yazmaya çalışıyorum. Allah’tan niyaz ediyorum, son nefesime kadar beni bu yazıdan ayırmasın.

Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası’nda çalıştınız ve oradan emekli oldunuz. Bu hususta da malumat verir misiniz?

1960 yılında oraya girdim. 1975 yılında da oradan emekli oldum. Haftada iki gün gidiyordum. Murtaza Bey isminde bir zat daha vardı. O da hattattı, bazen beraber çalışıyorduk. Motifli tabloların ortalarına yazı yazardım. Bu suretle gerek tabak gerekse bardaklarda birçok yazım çıkmıştır. Beraber çalıştığımız personelin ekserisi kadındı. Birçoğu benden ders almıştır. Aralarında yazıya kabiliyetli olanlar da vardı. Maalesef devam ettiremediler.

Eserleriniz hakkında malumat verir misiniz?

Eserlerimin başında yazmaya muvaffak olduğum iki Kur’an gelir. Bilhassa bu iki eserim hepsine bedeldir. Onlarla ne kadar iftihar etsem azdır. Bunlardan bir tanesi hem Türkiye’de hem de Almanya’da taboldu. Böylece kitap halinde görme bahtiyarlığına eriştim. Diğerini de merak ve sabırsızlıkla bekliyorum. İnşallah onu da baskılı olarak görmek nasip olur. Zaten hattatların en büyük emeli Kur’an-ı Kerim yazabilmektir. Zira bu herkese nasip olmaz. Bu bakımdan ben kendimi bahtiyar sayıyorum.

Diğer eserlerime gelince: Bunca uzun yılların mahsulü olan eserlerimin birçoğunu bugün hatırlayamıyorum bile. Bazılarını görünce de o yıllara ait hatıralar canlanıyor hayalimde. Bütün eserlerimi tek tek saymam mümkün değil zaten. Sadece mühim olanlardan bazılarını zikredeyim.

Camilerdeki yazılarımın en mükemmeli Şişli Camii’nin yazılarıdır. Bu bana Allah’ın bir lütfudur. Şimdi böyle bir yazıyı yazabileceğimi zannetmiyorum. Caminin mimarı Vasfi Bey akademiden arkadaşımdır. Bu yazının yazılmasına merhum Necmeddin Hoca (Okyay) sebep olmuştur. Kendisi Kurân-ı Kerim’den bazı âyetler seçmiş, bana getirdi. Ben de bunlar arasından Tevbe suresinin 18. âyetinin bir kısmı olanı seçtim. Önce kurşun kalemle istif şeklini karaladım. Asıl yazıyı yazarken Lâm Elif’leri bir türlü yerleştiremiyordum. Yorulmuşum. Işığı söndürdüm. Ellerimi göğsüme kenetledim. Gözlerimi kapadım. Kısa zamanda dalmışım. Rüya ile yakaza arasında yazının bütün istifi gözümün önüne geldi. Lâm Elif’ler ortada yerleşmiş olarak duruyordu. Heyecanımdan uyandım. Lâmbayı yaktım ve istifi tamamladım. Camiin mimarı Vasfi Bey Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’nin kapı yazılarını görmemi tavsiye etmişti. İyi ki gidip görmemiştim. Yoksa onların tesirinde kalırdım. Ve bu yazı yazılmazdı. Yazı üç gruptan müteşekkildir. En altta ortada Mevlâna’nın sikkesini andırır, daha yukarıda ise burun ve iki göz gibi insan simasını andırır. Bu yazıyı daha sonraları bazı kimselerin arzusu ile levha olarak da yazdım. Bundan başka bazı eserlerim: Ankara Kocatepe Camii ile Eyüp Camii kubbe yazıları, Söğütlüçeşme Camii ve Yeni Postahane arkasındaki mescidin yazıları, Kasımpaşa Camii dış revak (Nebe Suresi), Çan Camii (Çanakkale), Tavas Camii (Denizli).

Ayrıca Cevşenü’l-Kebir ve Hizbü’l-Envar adlı evrad ile Dr. Ali Kemâl Belviranlı’nın hazırladığı Kur’ân Rehberi, Osmanlıca Rehberi, 40 Hadis, Hz. Mevlâna (Hayatı ve Eserleri, Arapça Ve Farsça olarak), sayısız kitap kapak yazıları, hat örnekleri, hilyeler, mezar taşları, Yunus Emre, Fuzuli, Şeyh Galib, Nebi, Yahya Kemâl’in “Ezan-ı Muhammedi” ve “Rindlerin Ölümü” ile Nâbi’nin “Sakın Terk-i-Edebden…” ilh.. Ve binlerce levhalar. Levhalarımdan da en çok beğendiğim şu: Rakım’ın yazdığı Fatiha’yı, aslına uygun olarak yazmıştım. Bunu tam altı ayda tamamlayabildim. Rakım’ın yazdığı asıl, daha sonra 1958’de Irak’ta yapılan ihtilâl sırasında yağma ve talan edilen eşya arasında kaybolup gitti. Onun tezhibini Valide Camii hafız-ı kütübüne vermiştim. O da yazıyı rastgele bir kartona yapıştırmış ve bozmuş. Daha sonra ondan alarak Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer’e verdim. Bu zât levhayı kuyuya sarkıtarak 1 hafta kadar bekletiyor. Zamkını çözdürerek levhayı kurtardı. Daha sonra tezhibini Nazmiye Hanım isminde bir bayan yaptı.

Kur’ân-ı Kerim’leri ne zaman ve nasıl yazdınız? Bunların eskiye göre hususiyetleri sizce nelerdir?

En büyük özelliği bu devirde böyle bir eserin vücuda gelişidir. Bu asırda bu şekilde ikinci bir eser yazılmamıştır. Bu sadece benim bir iddiam değildir. Eserlerim ortadadır. Bunu bu işlerden anlayan herkes kabul ediyor. Ayrıca yazmış olduğum bu Kur’an’lar benim yazımı daha da güzelleştirdi. Bunu tahdis-i nimet olarak söylüyorum.

Kur’an-ı Kerim’leri yazmaya 60’lı yıllarda başladım. Şimdi senesini tam hatırlamıyorum. Tamamlanması birkaç seneyi buldu. Tabii devamlı yazamadım. Arada değişik işler de yaptım. Bir tanesini Hasan Rıza Efendi’nin Kur’an’ına göre yazdım.

Diğerini ise baskıda renkli olarak görüldüğü gibi “Lafzullah” tabir edilen “Allah” ve “Rab” isimleri alt alta gelecek şekilde yazdım.

Bu tertip şekli size mi aittir? Bu şekli siz mi buldunuz?

Bu tertip şekli benim değil. Bana getirilen nüsha bu şekilde tertip edilmişti. Ben o nüshaya göre yazdım. Yazı bana aittir. Tertip şekli bana ait değildir.

Talebeleriniz hakkında neler söylemek istersiniz?

Uzun ve verimli bir çalışma hayatım yanında birçok kimselerin yetişmesine de vesile oldum. Böylece bu sanat da ölüme terkedilmekten kurtulmuş oldu. Gerek memleketimizde gerekse hariç memleketlerde birçok talebelerim bugün bu yazı ile meşguldürler. Hepsini tek tek saymam uzun olur. Akla gelen ilk isim şüphesiz Halim’dir. Bugün sağ olsaydı çok şeyler kazanmış olacaktık. Onun kaybı bu sanat dalı için bir talihsizlik sayılır. Çok kişilere icazet verdim. Zikredebileceğim isimlerin başında Üsküdar Selâmi Ali Camii imamı Hasan Çelebi gelir. Bundan başka Hekimoğlu Ali Paşa Camii imamı Hüseyin Kutlu, İstanbul’da Ziya Aydın, Adana’da Ahmet Fatih ile Erzincan’da Refet Kavukçu ve Yusuf Ergün’ü sayabilirim

Hariç memleketlerdeki talebelerimden belli başlı isimler de merhum Haşim-i Bağdadi, Yusuf Zennun, Ali Ravi, Mervanü’l-Harbi Eş-Şemma el-Halebi. Kadın talebelerim arasında Musullu Cennet ile Japon Minako’yu sayabilirim.

Hat sanatının dünü ve bugünü hakkında bir değerlendirme yapar mısınız?

Kanaatimce bu değerlendirmeye geçmeden önce bu sanat dalının mahiyetini ortaya koymak icabeder. Hat deyince kelimelerin yan yana veya üst üste konulması akla gelmemelidir. Bu bir maharet işidir.

Size bir hatıramı anlatayım: Paşabahçe Cam Fabrikası’ndayken bir gün yazıdan açılmıştı. Biri bana Lâtin harflerinin de bu şekilde yazılıp yazılamayacağını sormuştu. Kendisine hat hakkında malumat verdim ve dedim ki: “Bu harflerde bir tılsım mı var nedir bilemiyorum. Ben gotik yazı üzerinde de çalıştım. Fakat bu harfler kadar birbiriyle âhenk sağlayan harf karakteri görmedim. Böyle bir şey mümkün olsa bile birden olmaz; asırlar lazım ki o tekamül sağlanabilsin.”

Hat sanatının bugün ulaştığı nokta uzun asırlar yoğurulan zeka ve kabiliyetlerin muhassalasıdır. Hat bir silsiledir. Zaman zaman tavr-ı aklın haricinde kabiliyetler zuhur etmiş ve bu sanat dalının inkişafında mühim rol oynamıştır. Bu iş ta İslamiyet’in bidayetine kadar uzanır. Bunlar arasında İbn-i Mukle, İbn-i Bevvab, Yakut-ı Mustağsim, Şeyh Hamdullah, Hafız Osman, Mehmed Es’ad Yesari, Rakım gibi isimleri sayabiliriz. Bilhassa sağ tarafı doğuştan felçli olan ve sol eliyle o muazzam ta’lik yazıları yazan, bundan dolayı da Yesari ismini alan Mehmed Es’ad Efendi için, aynı zamanda hattat olan ve kendisine devrinin “İmad-ı rum”u denilen devrin şeyhülislamı Veliyyüddin Efendi, hayretini gizlemeyerek, “Cenab-ı Hak bizim kibrimizi kırmak için bu zatı yaratmış olmalı” demiştir.

Son devirlerde ise Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Şefik ve Şevki Beyler, Abdulfettah Efendi, Mahmud Celâleddin, Sami Efendi, Çarşambalı ve Bakkal Arif Efendiler, Hacı Nazif Bey, Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer, Kâmil Akdik, fakir (kendini kastediyor) ve Halim, Necmeddin Okyay gibi zatları zikredebiliriz.

Bugün herkesçe bilinen Reşit Efendi Hanı’ndaki o mütevazı yazıhanenizde uzun yıllar çalıştınız. Birçok hatıralarınız arasından hatırlayabildiklerinizi anlatır mısınız?

Orası benim için dünyanın hiçbir yeriyle değişilmeyecek kadar kıymetlidir. Hayatımın yarıdan fazlası orada geçmiştir. Bugün şu hastane köşesinde bile hep hayalimde orasıdır. Fakat hayat bu, hep aynı gitmiyor. Artık orada çalışmam imkânsız. O daracık yere bu uzun yıllar esnasında kimler gelmedi ki… Hepsi şimdi tatlı birer hatıradan ibaret kaldı. O günleri tekrar yaşamak zaten mümkün değil. Orada başlı başına bir tarih yatıyor. Neler geldi geçti. Bir Kahveci Mahmud vardı. Girişte merdiven başında küçük bir çay ocağı var. Orayı işletirdi. Benim gibi asabi mizaçlı bir adam. Zaman zaman canı sıkılır, içerlenirdi. Yine bir gün canı iyice sıkılmış olacak ki sözünü esirgemeden hiddetle, “sen Hattat Hâmid isen ben de kahveci Mahmud’um” dedi. Baktım hayli kızmış, meseleyi büyütmeden yatıştırmak için mukabele etmedim. Sadece, “oğlum her handa bir kahveci Mahmud bulursun ama bir Hattat Hâmid bulamazsın” dedim. Demek istediğimi anladı ve daha ileri gitmedi.

Yine bir gün rahmetli İbnü’l-Emin Mahmud Kemâl elinde bir defterle içeriye girdi. “Selâmün Aleyküm Hâmid Beyefendi” dedi. (Hattat Halim’in talebem olduğunu biliyormuş). Defteri bana uzattı. “Dost ve ahbaptan hatıra olabilecek bir şeyler topluyorum. Şurada bir sayfa da size ayırdım” dedi. Meşgalem çoktu. “Olur efendim hayhay” dedim. Hemen yazmıyacağımı anlayınca defteri daha önce bazı kimselere verdiğinden, onların da fazlaca beklettiğinden dert yandı. Anladım ki hemen yazmamı istiyor. Bana ayırdığı sayfayı açtım ve ta’lik olarak “el-hikmetü mehâfetullah” ibâresini yazdım. “Üstad ben ta’lik sevmem” dedi. “Ziyanı yok efendim, sülüs yazayım” dedim. Tekrar kalemi aldım, sülüs olarak “eş-şefekatü alâ halkıllâh” ibaresini yazdım, birden heyecanlandı. Tam yarım saate yakın şefkat üzerine konuştu. Sonra sevinç içinde kalktı gitti.

Başka bir gün de edebiyatımızın mümtaz simalarından Süleyman Nazif uğramıştı yazıhaneme. Bu zat aynı zamanda hemşehrimdir. Zaman zaman gelir sohbet ederdik. Eline kâğıdı aldı. “Üstad bana bir kalem kes” dedi. Hayli kalınca kamıştan bir kalem açtım verdim. Mürekkebe batırdı, kâğıda sürdü. “Bu yazmıyor” dedi. Ben de, “Hazret kalem yazmaz el yazar” dedim. “Ulan Diyarbekirli, ben haddimi bilirim. Yazabileceğim bir kalem ver” dedi. Kalemlerimin arasından bir kalem seçtim ve verdim. O da şu beyti karaladı: “Arz-ı hal etmez dil-i, gam didemiz dildarede / Etmesin muhtaç, rabbim yâre de ağyare de”

Unutamadığım diğer bir hadise de geçirdiğim yangın tehlikeleridir. Tam üç sefer yanma tehlikesi atlattım. Karşıdaki hanlarda üç sefer yangın çıktı. Her defasında tehlikeyi kıl payı atlattık. Yoksa o kadar eserlerim heder olup gidecekti. Alevler göklere yükseldikçe benim kalbimde adeta eriyordu. Hele son yangın yazıhanemin yanında çıkmıştı, çaresizlik içinde kıvranıyordum. Yapacak hiçbir şeyim yoktu. Şayet yangın buraya da sıçrarsa eserlerim yanacak, ben de kendimi eserlerimin üzerine atıp onlarla beraber yanacaktım. Fakat Allah korudu. Çok şükür bir zarar görmeden atlattık.

Hat sanatının geleceği hakkında söyleyebilecekleriniz nelerdir?

Geleceğe ait çok şey söylemek mümkün. Lâkin hiç olmazsa yapılması zaruri olan şeylerin yapılması lâzım. Yoksa istenilen netice vermez.

En başta bu işe devletin el atması lâzım. Devlet eli uzanmadıkça şahsi gayretler ne kadar müessir olur bilinmez. Hiç olmazsa eskiden olduğu gibi Güzel Sanatlar Akademisi’nde bu sanatla alâkalı bir bölüm teşekkül ettirilmeli ve icabeden malzeme toplanmalıdır. Sonra malzeme temininin zorluğu ortadan kaldırılmalı. Bu işe merak edenler kamış kalemi, mürekkebi nereden bulabilirim endişesine düşmemelidir. Bunlar temini çok zor şeyler değildir. Kâğıt zaten fabrikalarımızda yapılıyor. Sadece onun terbiyesini öğrenmek yeter. Bu sanatla uğraşanlara el uzatılmalı, çalışanlar teşvik edilmeli ve destek olunmalıdır. Hatta alakalı örnekler, yazılar vs. neşredilmeli. Müzelerimiz bu yönden oldukça zengin. Bu hususta her aradığımızı rahatlıkla bulabiliriz. Yeter ki bu işin üzerine düşülsün.

M Murtaza Özeren alıntıladı

Source link

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu