Harezmşahlara başkentlik yapmış bir şehir: Taşavuz-ı Köhne Ürgenç (Seyahat Yazıları III)
Kuzey dikey eksende bir istikamet…
Trenimiz kuzeye doğru yol alırken adeta duvara tırmanıyormuşuz gibi bir hisse kapılıyorum. Tekerleklerin ray boşluklarına vura vura oluşturduğu malum ritim, koşar adım çıkılan merdiven basamaklarında ortaya çıkan sesi çağrıştırıyor.
Ve Taşavuz, Türkmen Eli’nin tavanındaki eyalet merkezi. Trenimiz yırtındı, didindi ve nihayet o tavana ulaştı.
Taşavuz, Oğuz Eli’ne ne kadar taş? Oğuz’un taşrası Taşavuz’la başlamış demek ki.
Evet, Taşavuz, çocukluğumda çok sık duyduğum bir köy adı idi. Orada uzak akrabalarımız vardı. Her gelişlerinde sorardım: Taşavuz ne demek? Cevap: İşte bir köy adı… Tatmin olmaz tekrar-tekrar sorar, onları bu ismin tedaileriyle yorardım.
Oysa okullu yılların hemen başında bu ismi ve bağlantılarını öğretmişlerdi; Oğuz, Gökoğuz, Dışoğuz ilh. Ama o yaşlarda, öğrendiğim soy terminolojisiyle kulağıma çarpan bu köy ismi arasında alaka kurmam mümkün değildi.
Çok geçmedi. Henüz çocuklukla ilk gençlik sınırlarında, zihnimde yer eden birçok soru cevabını buldu. Çünkü bu ilk gençlik yılları soyumuzun; macerası, menşei, hususiyetleri, alakaları, insanlık ailesi önündeki duruş ve karakteri, asabiyet ve hassasiyetleri, eda ve müeddası ilh. hakkında tecessüsün had safhada olduğu yıllardı.
Bu manada birikmiş birçok soruya; hızlı, isabetli isabetsiz -çoğu zaman da telmihen- aldığımız cevaplar zinciri ile zihnimiz ve anlayışımızın beslenip bağlandığı, ama daha çok şahsiyetimizin tekemmülünü sağlayacak değerlere tutunup yol aldığımız demlerdi.
Aşkın ve çılgın tecessüsümüzün tetiklediği açlıkla her gün yeni şeyler öğreniyorduk.
Daşavuz (Taşavuz), Dışoğuz’la bu vasatta buluştu, aynileşti ve zihnimdeki karanlık noktalardan biri daha aydınlanmış oldu.
Ve şimdi Taşavuz elindeyiz. Onlar adına tescil edilmiş bölgenin merkezindeyiz. İsmi ile müsemma bir şehirle buluşacağımızı umarken, Sovyet standardında, alelâde, modern görünüşlü, kimliksiz bir şehirle karşılaşıyoruz.
Otele yerleşiyoruz. Asansörde yaşlıca bir hanıma, kaçıncı kat manasında “Neçe kavat?” diye sorunca muhatabım Türkmen elinde bir yabancı tarafından Özbek kimliğinin keşfedilmesinden etkileniyor… Sırtımı ve yanağımı okşayarak bunu ifade ediyor.
Kuzeyde de gece sıcak ve sıkıcı. Sabah sıcağın yoğun ve ağır cenderesi altında başlıyor.
Bu uzak şehrin yenilenme ve gelişme noktalarında kurucu ve imar edici irademizin remzi halinde hafif kıpırtılarla sallanan ay- yıldızlı bayrağımızın manevî esintisiyle ferahlıyoruz.
Resmi ziyaretler klimalı ortamlara rağmen yine de ağır ve boğucu. Bu ziyaretler için dolaşırken, gösterişli bir bina üzerindeki büyükçe levha üzerinde, eski Sovyet hinterlandındaki bütün insanların kâbusu olan -Kiril harfleriyle- KGB rumuzunu okuyorum.
Bu ilan, alelade bir resmi kurum gibi hayatın içinde yer alan istihbarat anlayışı, beni ve arkadaşlarımı fevkalade şaşırtıyor.
Yine bütün Orta Asya seyahatlerimizde bizi şaşırtan diğer bir dikkat çekici durum da kışla ya da ordugâh nevinden yerler göremeyişimizdi… Dünyanın en büyük ve kalabalık ordularından birine sahip Sovyetler Birliği, kışla ve ordugâhlarını yol güzergâhlarından ve yerleşim yerlerinden uzak tutmuş olmalı ki hiç rastlamadık.
Seyahatimizi tam bir sürprizler zinciri olarak tezahür ettiren ketum mihmandarımız Sapargeldi Hanov’un iradesine teslim olduğumuz için otomobilimizin durduğu yerin bir câmi olduğunu anlayınca günün de cuma olduğunu hatırlıyorum.
Özbek asıllı imam hutbesinin bir yerinde Türk doğanlarının Türkmenistan’ın abadançılıgına (kalkınmasına) katkılarını övüyor.
Şehirde hatırı sayılır bir Özbek nüfusu var. Cuma cemaati şehrin demografisini bir ayna gibi yansıtıyor. Akşam otel asansöründe ayağımızın tozu ile karşılaştığımız Özbek kadın bunun dibacesiydi âdeta.
Çıkışta tanımadığımız onlarca insanın dostluk ve sevgiyle uzanan ellerini sıkıyoruz. Bu yerli simalar yanında, çeşitli maslahatlarla burada bulunan gurbetçi vatandaşlarımızla da tanışıyor, ülkemizin geleceği adına umut pekiştiriyoruz.
Taşavuz aynı zamanda kadim Harezm bölgesinin, günümüzde Türkmenistan tarafında yer alan bir eyalet merkezi. Öğleden sonra yola koyuluyoruz. Şehir arkamızda kalıyor.
Yaklaşık bir saatlik mesafede küçük bir şehre varıyoruz. Köhne Ürgenç yazan bir levha karşılıyor bizi.
Trenle Merv’den Taşavuz’a gelirken bir ara Özbek topraklarında seyrettik.
Yol güzergâhındaki şehirlerden birinin istasyon binasında “Teze Ürgenç” yazılı levhaya takılıp, “demek eskisi de varmış” diye düşüncemi seslendirince Sapargeldi Bey “orayı da görmeli, bu gerek” demişti.
Şimdi o gerek üzere buradayız.
Standart ama munis binalar ve geniş caddelerden istikamet değiştirmeden geçip, şehri arkamıza alınca bir ören yeri ile karşılaşıyoruz.
İner inmez bir açık hava müzesinin asırlar öncesinin aguşuna çekiliveriyoruz. Yirmi-otuz metre yürüdük yürümedik korkunç bir fırtınaya yakalandık.
Gözlerimizi oyan bir toz bulutu içinde savrula-savrula yürümeye başladık.
Önümüze çıkan küçük bir köprünün demir korkuluğuna asıla-asıla zorlukla karşıya geçtik. Mucizevî bir şekilde köprünün bittiği yerde aydınlığa adım attık.
Köprü üzerinde ve karşı kıyıda hâlâ göz gözü görmüyor. Şaşkınlık ve hayretle birbirimizin yüzüne bakarken iki türbe arasında durduğumuzu fark ediyor ve merakla bakınmaya başlıyoruz.
Karşılıklı iki tak gibi yüz-yüze bakan türbelerin, büyük kubbeleri boyutundaki taç kapıların arasına, tarihin gerdiği hayal ve hayranlık salıncağında bir süre salınıyoruz.
Baş dönmemiz durunca da tecessüs ve keşif başlıyor. Zarf her zaman ilk göze çarpandır…
Bu iki ölü kasrını dışından tanımaya yönelince az önceki hayranlık illüzyonu ile cilalı ve tamam görünen yapılar bir anda yüzlerce yaş ihtiyarlayıverdiler. Yıpranmışlar… Ancak içlerine girilebilir durumdalar.
Türbelerden soldakinin tasavvuf dünyamızın ulularından Necmeddin Kübra’ya ait olduğunu öğrenince az önce yaşadığımız ve benim mucizevî olarak tavsif ettiğim tecrübenin manevî mesnedini kavramış oluyoruz.
Sağdaki ise ondan iki asır sonra yaşamış olan -Hârezm valilerinden- Sultan Ali Türbesi.
Necmeddin Kübra Türbesi, bu Hârezm hâkiminin sade ve mütevazı ebediyet evine nazaran, daha müzeyyen… Hârezm Valisi Kutluğ Timur tarafından
1321-1333 yıllarında şehrin şehit müdafinin hatırasına yaptırılan bir ihtiram anıtı adeta…
Taç kapıdan itibaren mavi beyaz renkli, yazılı, kabartma bitki motifli çini panolar, lacivert zemin beyaz yazılı çini kitabe kuşakları ile süslenmiş.
Taç kapı mukarnaslarının kanar nişlerindeki çini kaplamaların büyük bölümü ile içerideki pano, kemer ve kubbe kaplamaları dökülmüş.
Mezar hücresinde Sapargeldi Bey yanıma yaklaşıp duvarlara yaslanmış çini parçalarını göstererek bunların, Necmeddin Kübra’nın sandukasına ait parçalar olduğunu söylüyor.
Muhteşem çini kaplamaları tamamen dökülen tuğla duvar kalıntılarından ibaret sanduka, çirkin harabe görüntüsünden kurtarılmak amacıyla -kolaycı bir çözümle- kumaş bir kılıfla giydirilmiş.
Sapargeldi, hücrenin kuytu bir köşesinde kütleler halinde kırılmış çini sanduka parçalarını da göstererek: bunlar ana kaide üzerinde yer alan ince zarif çifte sandukaya aitti dedi.
Necmeddin Kübra, Köne (köhne) Ürgenç’i müdafaa sadedinde bu örenin nizamiye girişinde yer alan türbesinde o şahadetiyle taçlanan kahramanlığının maneviyat ve ruhaniyetiyle ebedi muhafızlık vasfını hâlâ sürdürüyor gibi…
Türbenin kapısından girerken Namık Kemal’in hayırhah eseri ile hafızamda derin izler bırakan Calâleddin Hârezmşah’ı ve onun ümitsiz, trajik hikâyesini garip bir hüzünle hatırlıyorum.
Benzer bir kaderle Anadolu’nun Moğol istilası tecrübesini Kutlu Ürgenç şehri de yaşamıştı. Her iki tecrübede de öldürmeye geleni diriltmenin diriliği vardı.
Bu kapısında bulunduğum türbenin velisi ruhaniyet ve şehadetiyle, şehrinin ruhu olmuş, öldüreni diriltmişti.
Onun ruhu ile donanan şehir, yeni hâkimlerine temessül etmiş, onları Müslümanlık imanının incelten haddesinden geçirerek tahrip eden eli tamir ve ihya eden el mevkiine yükseltmişti. Öldüren, öldürdüğünün soluğunda dirilmiş, yaktığı cehennemî ateşte erimiş, bu şehrin medeniyet kalıbında biçimlenen ruhu ise ihya edicilik vasfına erişmişti.
Öyle ki bu ün bizi sessiz ihtişamları ile hayran bırakan harabattaki Türk sanat ve mimarisine ait hemen bütün asar, büyük bir ihtimalle şehrin Moğol hâkimiyeti dönemine aitmiş.
Heyetimiz içeriden mutat kabir ziyaretini yerine getirmiş olarak çıkarken ben gecikmeli olarak içeriye girmiştim.
Lahdin ayakucunda ihtiram ve huşu içinde diz çökmüş, adeta trans halinde merhum Mehmet Akif İnan’ı görüyorum. Huzurunu bozmamak için geride loş bir köşede yere çöküveriyorum. Duamı tamamladığım halde Akif Ağabey’in hali öylesine tesir etmiş ki kıpırdamadan onu izliyorum. Neden sonra heyetten koptuğumu düşünerek toparlanıp çıkıyorum.
Alelacele Sultan Ali Türbesi’ni ziyaret edip arkadaşlara yetişmek istiyorum. Ama içinden henüz çıktığım türbeye nispetle daha sade bir tarzda olmasına rağmen bu yapı özellikleri itibariyle daha çok dikkatimi çekiyor.
Mimari açıdan nitelikli bir plan ve uygulama. Aynı eksen üzerinde farklı istikametlere bakan iki taç kapısı var. Güneydeki daha büyük boyutta olanında, giriş açıklığı bulunan ve eyvan şeklinde ve derin nişli yan duvarların çevrelediği kapıdan türbeye geçiyorum.
İçeride herhangi bir sanduka ya da mezar izi dahi yok. Girişteki büyük olan bölüm, içten altıgen plan üzerine yapılmış olup, köşe mukarnasları ile de kubbe kasnağına ince bir geçiş sağlanmış. Bu üç sıra mukarnas, yapının yegâne iç süslemelerini oluşturuyor.
Sapargeldi buradaki süsleme eksiğini yapının tamamlanamamış olmasına bağlamıştı.
Büyük bölmeden daha küçük, yine içeriden kare planlı arka bölmeye sivri kemerli büyük bir geçişle varılıyor.
Yapının iç ve dış duvarları nişlerle estetik bir görünüm ve hareketlilik kazanmış. Dışarıdaki sivri kemerli nişler bordürlerle çevrelenmiş, üst kısımları ise friz şeklinde kademeli iki sıra saçak ile zenginleştirilmiş.
Yapıdaki çarpıcı tenasüp, taçkapılarla kubbeler münasebetinde ve bu iki farlı çizgi disiplininin boyutları nispetinde eşleşerek, asimetrik bir ahenk oluşturuyor.
Küçük olan kuzey taçkapısının kapı açıklığı, üçte iki oranında örülmüş de kemerli bir pencere kalmış gibi. Yani kapı olarak fonksiyonsuz. Estetik amaçla yapıldığı anlaşılıyor.
Kitabesi olmayan bu yapı, 16. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen, boz renkli tuğla ve balçıkla zamana karşı duran bir şaheser.
Doğu istikametinde, arkadaşlarımın izleri üzerinde koşar adım yürürken dönüp, uzaktan bu ölü şehrin nizamiye binalarına bakıyor ve fotoğraflarını tekrar-tekrar ihtirasla çekiyorum…
İleride bu örenin görünen en muhteşem yapısı var. Ona doğru heyecan ve sevgiyle koşuyorum.
Binanın etrafında görüntülemek amacıyla dönüp dururken Muhsin’i (Mete) görüyorum. Fotoğraf çekiyor… Yanına gidip açılarını taklit ile kaybettiğim zamanı telafi etmeye çalışıyorum. Bu bana yapıyı çıplak gözle tanıma, hissetme zaman ve fırsatı veriyor. Etrafında döndüğümüz yapı, sessiz, hüzünlü ve ıssız bir halde idi…
Yalnızca insanların eksik olduğu bu içimizi yakan ama alabildiğine güzel tabloya mütemmim oluyorduk.
Törebeg Hanım Türbesi; Gülgerdan adlı mimar tarafından yapıldığı rivayet olunan ve sanatkârının bütün hünerlerini eksiksiz uyguladığı, emsalsiz bir şaheser. Zamanın öldürücü soluğuna karşı öylesine direnmiş ki yapıya ait bütün unsurların izlerine bakarak, ilk halindeki güzelliğinden pek bir şeyler kaybetmemiş olduğu kanaatine varıyorum.
Taçkapının eyvan şeklindeki girişinden çift kanatlı kapı ile dehliz diye adlandırılan medhal bölümüne geçiyorum. Karşıma üç kapı çıkıyor: sağdaki, bir koridorla merdivenlere açılıyor ve buradan üst hücrelere çıkılıyor. Soldaki kapıdan mazgal pencereli odaya geçiyoruz. Ortadaki kapı, yapının çift cidarlı kubbesi olan büyük bölümüne geçit veriyor. Kareye yakın dikdörtgen planlı dehliz bölümünün, çini mukarnaslardan teşekkül eden ve tepe ışıklığında tamamlanan bir kubbesi var. Taçkapı girişi aksındaki kapıdan heyetle beraber giriyoruz.
Ziyaret ve tören bölümü olan bu bölüm içten altıgen, dıştan onikigen plana göre yapılmış. Duvar nişlerine açılmış, revaklı tepe pencereleri ile bunların altındaki dikdörtgen pencerelerden aldığı ışıkla, aydınlık bir ortam. Zemin, kare şeklinde bej tuğlalarla döşenmiş… Bu tarz yer döşemesi Merv’de Sultan Sencer Türbesi’nde de vardı.
Kafamı kubbeye doğru kaldırdığımda buradaki aydınlığın asıl kaynağının kubbe çinileri olduğunu görüyor ve hafifçe naralanıyorum… Parlak yıldızların ördüğü bir gökkubbe… Bakî’nin “Eşiğin cânibin gözler zehî âlî nazar kevkeb” mısraının âdeta tecessüm etmiş hâli.
Sanki yekpare hissini veren, mozaik ve levhalardan oluşan bu çini tasviri, iki katlı kasnak nişlerinde yer alan, o canım mukarnaslardaki çini pano ve kompozisyonlarla tamamlanmış. Bitkisel ve geometrik motifler dairevi bir açılımda merkezlenen çok köşeli yıldız formundan başlayarak, beyaz çizgilerle birbirinden ayrılan farklı sayıda köşeli yıldızlar ve renk armonisi ile tekrar ve yeknesaklık önlenerek sonsuzluk imajı sağlanmış.
“Nigârâ kevkebin nakşın meğer görmek diler, kevkeb
Ki durmaz âsitânın devreder şam u seher kevkeb”
Kaybedilen soylu bir hanımdan bu hatıra aynasına yansıtılabilecek her türlü güzellik, usta müellif tarafından bir sanat dehâsı halinde uygulanmış.
Ziyaret bölümünün kuzey istikametinden aşağı inen merdivenler bizi mezar odasına götürüyor. Ancak burada bir mezar veya sanduka göremiyorum.
Mazgal pencereli odada Muhsin’i görüyorum. Fotoğraf çekiyor. Yanına varıp keşfettiği açıları görmeye çalışıyorum. Dışarıda, öylesine gözüme çarpan bir yapı burada, mazgal aralığının vizöründen kalbime akıyor.
Evet, şu uzakta ana yapısı eriyip toprağa karışmış abide minare, harabeler arasında sanki henüz inşa edilmekte olan tek başına bir kule gibi yükseliyor, büyük ressamların nadide tabloları kadar güzellik ve zevk yayıyor…
Çıkıyor, binayı dışından daha bir yoğun hevesle, taçkapıdan başlayarak tanımaya çalışıyorum… Taçkapı: Eyvan şeklinde bir giriş, sivri kemerli yüksek ve derin bir niş. Niş derinliği yan silmeler ve üstteki mukarnaslarla yumuşatılmış. Nişin kenarları, doksan derece birleşimle ters u düzeninde bordürlerle çevrelenmiş. Bordürler arasında çini izleri var.
Bu sırları akmış çiniler lacivert zemin üzerine beyaz yazı ile kitabelerdi muhtemelen. Kapı üstündeki çinide bitki motifler arasındaki oldukça sağlam kalmış yazıyı okuyamıyorum.
Ve o muhteşem büyük dış kubbe… Dış kubbe yani, kubbenin dış kabuğu… Firuze çinilerle kaplı küçücük sağlam bölüm hâlâ güneşten ışığını alan bir yıldız gibi etrafına ışık saçmaktadır. Harap olan büyük kısım, iç kabuğa dayanmış. Dış kabukla iç kabuğu birbirine bağlayan payanda duvarlar, tepe noktasında sıfırlanan kasnak alt zemininde derinleşen yarım hilal şeklinde kaburgalar gibiydi… Kubbenin iç kabuğu ile dış kabuğunu birleştiren bu kirişler arasında kör odacıklar oluşmuş.
Oldukça sağlam olan kısmın, yüksek silindirik kubbe kasnağı üç kuşak halinde… Geniş tutulan alt kuşak, petek şeklinde, kenar bordürlerinde çini süslemelere yer verilen dikdörtgen tuğla panolarla örülmüş. Altıgen peteklerin içleri firuze, yeşil, beyaz ve lacivert çini parçalarından yıldızlarla doldurulmuş. Çinileri dökülmüş olmakla birlikte; kasnak orta kuşağı bir yazı şeridi için ayrılmış. Üst kuşak, kubbenin silindirik kasnak kısmını, kürevi üst kısma geçişi sağlayan çini mukarnasların yer aldığı bölümdü.
Türbenin dış cephe duvarlarında, taç kapının düzenine müsemma farklılık ve zenginlikte form ve tezyinat göz doldurmaktadır.
Heyetimiz uzaklaşırken henüz çıktığım yapının içinden dışarıya yayılan ölüm ninnisinin attığı hülya demirine takılıyor, heyetten kopuyorum.
Mazi hatıralarının, taşın, toprağın, nesillerin hülyalarına şahit olmuş bu harap duvarların, bu eski mezarların, birer umut ve kimlik kapısı olan türbelerin sizinle, kendi içinizden perde perde yükselerek konuşmasını büyük bir iştiyak ile beklersiniz.
Bu ses, içinizde bir türkü halinde yükselmeye başladı mı aşkın bir tatminle mesûd ve zengin, gönlünüz ve zihniniz ganimetlerle dolu olduğu halde o yerlerden ancak ayrılabilirsiniz.
Devam edecek…
Serinin ilk yazısı için tıklayınız.
Serinin ikinci yazısı için tıklayınız.