Hadis için yollarda tükendiler!
İslâm’ın ilk nesillerinin yaşadıkları sırada, bilgiyi oluşturan muhtevanın büyük bir kısmı Kur’an’dı. Sünnet’ in muhtevası belirsizdi ve bir anlam ifade etmiyordu. Ashab, Peygamber (asv)’ in söz ve davranışlarına şahit olmuştu ama bunlar sistematik olarak tedvin edilmemiş, yeni ihtida edenler için bir hayat modeli inşa etmeye yeterli “bilgi” haline dönmemişti. İlk Müslümanlar arasında hemen her konuda farklı fikri yönelişler oluşmuştu. Müslümanların icma’ a halinde şekillenecek içtihad birliği henüz teşekkül etmemişti. İcma’ a varsa bile bölgesel hususiyetler arz ediyordu, bölgeler arası fikir ayrılıkları hayatiyetine devam ediyordu. Özellikle ilk üç halife döneminde sahabeler Medine içinde tutulmaya çalışıldı. Ömer (ra) sahabelerin Medine’ den ayrılmasına izin vermezdi. Osman (ra) zamanında Ebu Zer (ra) Medine’ den ayrılmak zorunda kalmıştı. Sonraları, Muaviye de Hz. Ali (ra) ile ihtilafında birçok sahabeyi Medine’ den koparmıştı.
(+) |
İlmi menfaatine kullanan, siyasetine alet eden..
Muaviye, iktidarını tahkim etmek için dinden yararlanıyordu. Kendilerinin Allah’ ın en yüce askerleri ve insanların en hayırlıları olduklarını söylüyorlardı. İlmi kendi menfaatlerine uyacak şekilde propaganda ettiler. Müslümanlar arasında çatışma ve ihtilaf vardı: “Sıffîn’den itibaren birçok insan öldürüldü. Basra’da zaman zaman Haricîler boy gösterirken, Kûfe’de Hz. Ali taraftarları sürekli isyan halindeydi. Emevîler ise, sürekli onlarla fiilî mücadele içerisindeydi. İşte bu mücadelenin temelinde iktidar mücadelesinin yattığını bildiklerinden olmalı ki, bir çok kişi Sıffın’de, ne Hz. Ali ne de Muaviye’nin yanında yer almıştır. Özellikle Medine halkının geneli Hasan’ın hilafeti Muaviye’ye devretmesinden sonra (…) siyasî olaylardan el çekerek, tarafsız kalmayı ve ilimle uğraşmayı tercih etmiştir” (Sönmez Kutlu, Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Diyanet Vakfı, 2002: 48).
“Hadis”te ahlâk davası
Böylece hadis hareketini mecbur bırakan bir “ahlâk davası” başlamış oldu. Müslüman âlimler, Nebevi sünnetin içeriğini İslam’daki “ismet” (doğruluk, şaşmazlık) esasına göre tanzim etmek hususunda mecburi bir görevlendirmeyle muhatap oldular. Fikrin delillendirilmesi, yaşayan ahlâk haline gelmesi, içtihatlaştırılması ve içtihadın da icma’a ulaşması gerekliliği farz oldu. Müslümanların ilim tahsili ve ilmin belli bir standarda kavuşturulması ile ilgili kaygıları muhalif bir duruşu ifade etmeye başladı. Hem de demokratik. Çünkü dini görüşlerin ifadesi Muaviye’ nin politik söyleminin eleştirisiydi. Eğer bu görüşler icma’ a ulaşırsa herkesi bağlayıcı (ve tabii Muaviye’ yi de) sünnete ve fıkıh kaidelerine kavuşulacaktı.
Hicri I. yüzyılın sonlarına kadar hadislerin yazılmasına muhalefet edilmiştir. Buna sebeb, hadis yazanların kendi şahsi fikirlerini de hadislerin içine karıştırmalarından korkulması idi. Ayrıca fikirler değişiyordu. Cabir b. Zeyd (ö. 93) şunu söylemiştir: “Yazıyorlar ama, yarın benim o fikirlerden dönmeyeceğim ne malum” (Subhi es Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, DİB yay, 1981: 33). Ancak Ömer b. Abdülaziz (ö. 101) ilmin yok olup âlimlerin zeval bulması endişesiyle hadislerin muhafazasını hedefleyen hadis tedvinini emretti. Said b. Cübeyr (ö. 95) bu işe hayatını vakfetti ve şöyle dedi: “Yolda İbn Ömer ve İbn Abbas’ ın arasına gider, her ikisinden de hadis dinlerdim. Duyduğum hadisleri binitin semerine kaydeder, indiğim zaman da temize çekerdim” (Subhi es Salih, 1981: 34).
Said b. Cübeyr (ra)’ in anlattığı şey bir marjinallik, seyyahlık, yersiz yurtsuzluk ve hatta “sürgünlük” durumudur. İlmin kendisine verildiği bireyin kalemle yazmayı öğrendiği anda Allah ile “alaka” kurması, Alak suresinde ifade bulduğu üzre maddiyattan kopması. Müstağnileşenlerden ayrılıp secdeye yaklaşma hali. Kiralanmışlıktan kopup, vakfedilmişliğe haşrolma. Nitekim Edward Said de hayal ettiği entelektüeli böyle tanımlamıştır: “Yerleşmenin, evet demenin, uyum sağlamanın sunduğu ödüller tarafından ayartılan, hatta dört bir yandan kuşatılan entelektüel için bir modeldir sürgün. Kişinin gerçek bir göçmen ya da sürgün olmasa bile, öyleymiş gibi düşünmesi, her türlü engele rağmen hayal kurup sorgulaması ve merkezi otoritelerden uzaklaşıp daima uçlara çekilmesi mümkündür hâlâ (…) teknik ehliyetini kiraya veren ve önüne gelene satan o sözde yüzer gezer entelektüel de değil kafamdaki. Dediğim şu: (…) alışılmışlığın mantığına değil, değişimi ve hareket halinde olmayı temsil eder, olduğu yerde saymayı değil” (Edward Said, Entelektüel, Ayrıntı, 1994: 66).
Bilgi’ye standart getirdiler
Said’ in hayal ettiği entellektüel İslam’ ın II. Yüzyılının başında ortaya çıkmıştı. Hadis toplama işi şifahi olarak başladı. İslam kültür tarihinde “Rihle fi Talebu’ l hadis” denilen seyahatlar yapıldı. Seyahatlerin bir kısmı yaya olarak yapılıyordu ve uzak beldelere gidiliyordu. Said b. el Müseyyeb (ö. 105) “Bir hadis için günlerce seyahat ederdim” demişdi. Talebu’ l hadis sayesinde değişik beldeleri dolaşan âlimler Şark’ ı Garb’ a bağlamış, dini metinlerin belli bir form ve üslûbla ifadesini temin ediyordu. Böylece bütün İslam âleminde hadisler sanki tek ağızdan çıkmış gibi form kazandı. Ancak bir müddet sonra ravi zincirinde yer almak isteyen ya da hadis satarak ticaret eden, talebu’ l hadis seyahatlarını sportif gezilere döndüren kişiler zuhur etti. Âlimler bundan rahatsız oldular, ilme standartlar getirdiler. Yalan hadislerin peşinde avcılar gibi dolaşmaya başlandı. Tespit ettikleri yalancıya karşı pek haşin davranırlardı. Ahmed b. Hanbel yalancıların hadislerini gözlerinin önünde yırtıp yakardı. Yahya b. Ma’ in der ki: “Yalancılardan hadis yazdığımız oldu, sonra da onları tandıra doldurarak pek nefis ekmekler pişirdik” (M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, DİB yay. 1984: 134- 5).
Hadisçiler harflere dahi dikkat ediyorlardı: “Onlar hadise bir و vav, bir ا elif, bir د dal ilave etmektense, gökten yüzükoyun yere düşmeyi tercih ederlerdi” (Subhi es Salih, 1981: 65). Hadis âlimleri bir ahlâk adamı, bir dava adamı haline gelmişlerdi. Adi sözler söyleyen ya da bayağı tarzda konuşan kimselerden hadis nakletmezlerdi. Malayani ile uğraşan, hatta satranç oynayan adamların hadis rivayetlerine itibar etmezlerdi. Adaleti sabit görülmeyen, hıfzı kuvvetli olmayan, hareketleri noktasında fasık kişilerden hadis almamışlardı. Bir köpeğe kemik uzatıp sonra onu köpeğe vermemeyi yalancılık addediyorlardı. Peygamber de (asv) bir çocuğa hurma vermek için çağıran kadına şöyle demişti: “Dikkat et! Eğer ona bir şey vermeyecek olursan, üzerine bir yalan yazılacak” (İbrahim Canan, Kütüb- i Sitte Muhtasarı, Akçağ, 1992, c:14, hadis no: 5206, s:550).
İlmi yaşadılar
Nice çetin yolculuklara çıktılar. Uzak diyarlara gittiler. Yorulmak, bıkkınlık bilmeden bir kondular, bir göçtüler. Mallarını ve canlarını bu uğurda hasrettiler. Benizleri soluk kaldı, karınları aç. Saçları tozlu ve dağınık. Nice tehlikeler gördüler. Bazen eşkiyalara tutuldular, bazen Emevi’ lere. Yalnızca güvenilir adamlardan hadis aldılar. Amel ettiklerini rivayet ettiler. Yaşadıkları ilm idi, ilmleri ahlâk. İlmi de hıfzettiler. Bazıları, selef âlimlerden yirmi bin hadis hıfzetmeyen kimseyi muhaddis saymazdı. Şâbî şöyle derdi: “Bu güne kadar her hangi bir yere ne kaydetmişsem, biri bana hadis olarak ne rivayet etmişse, hepsini ezberlemişimdir”. Önce yazar, ezberleyince de “buna güvenir kalırım” endişesiyle yazdıklarını imha ederlerdi. İlm bir çile ve Allah korkusuydu. Yüklenilmiş bir kitap değildi.
Bilgi ahlâktı. Âlim, halûk ve müttakî. Bugün yaşasalardı, onlara “deli” derdik. Onlar bizi görseydi, ne derdi?
Lütfi Bergen, pasban olmuş bir ejderdir kalem, diyerek yazdı