Kültür - Sanat

Güvenlikli sitelerde oturulur ancak yaşanmaz

(Şehrin bizim açımızdan farklı bir boyutta “mesele” haline gelmesi son 200 yılın eseri. Mimaride, sosyal yaşantımızda, ekonomik yaşantımızda, mahallemizde değişmeler, dönüşmeler ve yıkımlar yaşandı yıllarca.

Bugün şehirlerimiz neredeyse bir şantiye halini alırken, kentsel dönüşüm olanca hızıyla teşvik ve takdir edilirken, diğer bir deyişle şehirlerimizin yeniden düzenlenmesi gündeme gelmişken biz de Dünyabizim olarak, şehir meselesine ayrı bir başlık açalım istedik.

Birkaç farklı başlık altında, şehre temas eden konulara değineceğimiz bu dizimizde, şehir uzmanları, mimarlar yahut şehre bakan değil şehri “gören”, “okuyabilen” insanlarla söyleşiler ve soruşturmalar yapmak, şehre temas eden kitapları bu dikkatle belki tekrardan değerlendirmek ve bu konuda yer yer ufak yer yer derinlemesine konulara temas eden yazılar yayınlamaya niyetlendik.

Bu başlığın ilk ürününü sizlerle paylaşıyoruz.)

Mekân olgusunun her türlü beşerî etkinliği bünyesinde dönüştürdüğü, şekillendirdiği, ona renk ve ruh kattığı su götürmez bir gerçektir. Bir yandan mekân ‘doğası itibariyle yapay’dır, yani insan ürünü bir kurgu olarak vücuda gelir ama bununla kalmaz, insan da bizatihi onun içinde biçimlenir, ‘yaratılır’, bir varoluş tarzıyla ‘sınırlanır’. Mekân üzerine uzun uzun tartışmalar yapmayı kentbilimcilere, sosyologlara veya felsefecilere bırakalım, bırakalım ama kentleşme deneyimi üzerine düşünen ve çalışma yapan herhangi birine söyleyecek iki çift lafımız da olsun.

İnsanın mekânla kurduğu karşılıklı bir belirlenim ilişkisi vardır ve bu ilişki mekânın lehine işledikçe insanların şehirle kuracağı münasebet konusunda bize ümitsiz çıkarımlar yapma hakkı doğar. Bugün İstanbul’un kentleşme becerisini tenkide tâbi tutuyorsak, bu büyük ölçüde şehir planlamacılarının, şehir sosyologlarının, mühendislerin, mimarların ve sair sorumluların, mekânın bu ilişkiselliği barındırdığını gözden kaçırıyor olmalarından kaynaklanıyordur. Mekânın canlı bir zemin olarak, belki bir organizma gibi telakki edilmesi gerekir. Aksi durumda mekân, bugün dünyanın birçok noktasında yaşandığı şekliyle, insanın ontolojik gereksinimlerini aşağılayan fütursuz bir mekânizmin oyuncağı haline gelir.

Toplu konutların mantar gibi türediği ve İstanbul‘u (sadece İstanbul’u mu; TOKİ sağolsun yavaş yavaş Anadolu’yu da) çepeçevre kuşattığı bir dönemi yaşıyoruz. Son on yılda altıyüzbin konut yapmış TOKİ. Bu, milyonlarca insanın toplu konutlarda, yirmi katlı binalarda yaşadığını gösteren korkunç bir rakamdır. Yine de, insanlar bu toplu konutları ev sahibi olmanın getireceği rahatlama duygusuna tutunarak kamaşmış gözlerle karşılıyorlar. “Ev sahibi olmasın mı insanlar” diye soranlara, “ev sahibi olmak onları insanî bir mekân tecrübesinden koparacaksa olmasınlar” diye cevap verilebilir pekâlâ. Sâhi, “ev sahibi olma”nın bizâtihi kendisi niçin önemli ve elzem olsun, yirmidördüncü katın balkonunda çiçek besleyeceksek?

İnsanlar orada “otururlar”, ancak “yaşamazlar”

Yazımın konusu güvenlikli sitelerdi. TOKİ meselesiyle girizgah yapmamınsa bir anlamı var. Türkiye’nin büyük kentleri güvenlikli site olgusuyla 20-30 yıldır tanışıyor fakat çok korunaklı, duvarlarla çevrili sitelerin haricinde, toplu konut formunda yaygınlaşan sıradan yerleşim bölgeleri de bir o kadar sorunlu yerler. Bu ikisinin birbiriyle yakından ilişkili olduğunu da hatırlatmam gerekir. Birkaç paragraf sonra bu ilişkiye döneceğim.

“Stadtluft macht frei” diye bir atasözü vardır. Geleneksel Avrupa şehrine atfen, “Şehir havası özgürleştirir” anlamına gelir. Geleneksel şehrin surlarla çevrili yapısı, dışında kalan uçsuz bucaksız topraklara rağmen insanlara özgürlük hissi vermekteydi. Çünkü güvenliydi. Güvenlik ise özgürlük hissini besleyen bir şeydir doğal olarak. Bugün pıtrak gibi çoğalan bu güvenlikli sitelerin geleneksel şehre çarpıtılmış bir referans verdiklerini söyleyeceğim. Çarpıtılmıştır, çünkü geleneksel şehrin dokusuna hiçbir yönüyle yaklaşamazlar. Mahalle yoktur, yatay bir yerleşme (çok lüks siteler hariç) yoktur, kültürel ve sınıfsal farklılıkların biraradalığı yoktur, insanlar orada “otururlar”, ancak “yaşamazlar” çünkü bir yanıyla hep şehrin merkezine bağımlıdırlar.

‘80 sonrasında Amerika merkezli olarak ortaya çıkmış olan bu yerleşim biçimi, bugüne kadar dünyanın farklı bölgelerinde inşa edilen benzerlerinin de etkisiyle dünya çapında ciddi bir yayılım kazandı. Etrafı duvarlar, yüksek demirler veya tel örgülerle çevrili, kameralarla ve güvenlik elemanlarıyla korunmaya alınmış, okul, spor alanları, çarşı gibi ihtiyaç alanlarını barındıran bu yerleşim bölgelerine kent sosyolojisi literatüründe “kapalı cemaatler” (gated communities) adı verilmiştir. Yani güvenlik işin bir boyutuysa, başka bir boyutu da, kavramın İngilizce’sinde kullanılan community kelimesinin cemaate yaptığı göndermenin ta kendisidir. Bu, sosyo-ekonomik bir benzeşmeyi, hatta büyük ölçüde türdeşleşmeyi imleyen bir kavram olarak, güvenlikli sitenin inşa etmeye çalıştığı ‘kapalılık’ ve ‘yalıtım’ı hemen çağrıştırıverir. Halbuki cemaat, varoluşunu tarihsel olarak, belli bir süreç ve zeminde ve tabii bir biçimde, yani planlamacılık olmaksızın kazanır. Bu yüzden Ivan Mestrovic, cemaatin kendiliğinden boy verdiğini, bir makine gibi cemaatin kurgulanmadığını, dolayısıyla ‘doğru dürüst kurulmuş bir cemaatin asla hakiki olamayacağını’ söyler. Her bir ayrıntının rasyonel hesaplamalara konu edildiği bir birliktelik cemaat değildir. Bu bağlamda, güvenlikli sitelerle kurulmak istenen cemaatin ne denli tabiî bir niteliğe sahip olduğu tartışmalı hale gelmektedir. Belki en fazla reklam kampanyalarındaki bir satış stratejisinden, bir imajdan (“Kemer Country’liler ‘Kemerliyim’ diyerek ait olma duygusunu yaşarlar!”) öteye geçememektedir.

Kamusal olanın ortadan kalktığı bir noktada mahremiyetten ne ölçüde bahsedilebilir?

Dışarıya sıkı biçimde kapalı bu yeni yerleşimlerin en büyük sorunu belki de yarattığı toplumsal ayrışma ve kentli nüfusun ötekileştirilmesidir. Bu da bizi, şimdiye kadar zaten hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşememiş bir modernite miti olan ‘bütünleşmiş kent’ ve ‘bütünleşmiş kentli nüfus’ beklentilerinin geçersizliğine götürüyor. Güvenlikli sitelerde oturan insanlar kentin geri kalanına ilişkin gerilim ve sorun alanlarına temas etmekten kaçıyorlar; düzenli, temiz ve izole, ortadan kaldırılması adına uğruna mücadele edilmesi gereken kent sıkıntılarının görmezden gelindiği ‘mahrem’ bir yaşamın rahatlığına sığınıyorlar. Dolayısıyla ‘mahremiyet’ de bu bağlamda tekrar düşünülmesi gereken bir kavrama dönüşüyor. Kamusal olanın ortadan kalktığı bir noktada mahremiyetten, mahremiyetin öneminden ne ölçüde bahsedilebilir? Yaşam bölgelerimiz Richard Sennett‘ın “ölü kamusal alan” dediği mekânlara dönüşüyor; güvenlikli siteler de yine onun ifadesiyle “gettonun yüceltilmesi”nden başka bir şey değildir. Yani yeniden kent planlamacılarının onulmaz çelişkisine geliyoruz: Yerleşim yerlerinin yaşam kaliteleri daha fazla mahremiyet, kapanma ve izolasyonla sağlanarak yükseltilmeye çalışılınca, planlamacının insanlık anlayışı, kaçınması gereken kısırlığın ta kendisini yaratıyor. Halbuki cemaat karşılıklı bir kendini ‘açma’ edimidir, olmalıdır; yabancılarla kurulacak ilişkilere karşı bir ‘kapanma’ değil.

Türkiye’de ‘80 sonrası kendini göstermeye başlayan neoliberal dönüşümün bir sonucu olarak, yeni sosyal katmanlaşmaların yarattığı yeni “mekânsal ayrışmalar” ortaya çıktı. Bu yıllar Türkiye ekonomisinin küresel piyasaya açıldığı ve yeni bir orta sınıfın bu dönüşüm süreçlerinden beslenerek güçlendiği yıllar oldu. Ayrıca kentsel projeler de bu dönemde kendine gelişme zemini buldu. Yeni kentsel mekânlar ortaya çıktı. İşte bu yeni mekânların bir izdüşümü olarak 80’lerde bir üst sınıf mekân kurgusu olarak ortaya çıkan siteler, 90’larla birlikte orta sınıfın da rağbet etmesiyle yaygınlaşarak çoğaldı ve yukarda bahsi geçtiği üzere TOKİ’nin önemli bir aktör haline geldiği 2000’li yıllarda, konut piyasasındaki yükselen üretime bağlı olarak müthiş bir artış gösterdi.

Reklamlarda ütopyayı andıran mekân imajları çizilir ve çekicilik hissi körüklenir

Orta ve orta-üst sınıfın güvenlikli siteleri kente tercih etmesinin nedenleri üzerine düşünmek gerekir. Bu nedenselliği ‘80 sonrasının sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yönlerini hesaba katan birçok boyutlulukla tartışmalıyız. Ayşe Öncü‘nün ifadesiyle, büyüyen, sürekli genişleyen, nüfus açısından yoğunlaşan ve bu sebeplere bağlı olarak suçun, asayiş sorununun, gerilimin, trafiğin, kalabalığın, hava kirliliğinin yükseldiği bir kentsel manzarayla karşı karşıya kalan kent seçkinleri -üst ve orta-üst sınıflar-, kentin bu keşmekeşini, gürültüsünü ve kirlenmişliğini keşfederek ‘kent karşıtı’ bir söyleme tutundular ve kenti terkederek, çeperinde kurulmaya başlanan ‘yeni ‘, ‘güvenli’, ‘temiz’ bölgelere akın etmeye başladılar. Bu, özellikle 90’lı yıllarda güvenlikli sitelere itibar eden muhafazakâr orta sınıfın en önemli kentten uzaklaşma sebeplerinden biri haline geldi, bir manada orta sınıfın kimlik koruma güdüsüne dönüştü. Eğer uygunsa bu sürece bir tür ‘kent karşıtı direniş’ diyebiliriz; fakat burada ‘direniş’ kentin içinde meydana gelen, örneğin mahalle eksenli bir hareketlenmeye işaret etmez; tümüyle sentetik bir inşa sözkonusudur ve bu süreci belki de ‘kaçış’ olarak nitelemek daha doğrudur. Fakat bence, kentsel keşmekeşi terketmeye gerekçe gösteren bu sözkonusu bakış açısının ne kadar ‘masum’ ve mevcut tüketim kalıplarını altüst eden ‘80 sonrası neoliberal dönüşümlerden ne ölçüde bağımsız olduğu da sorgulanmalıdır. Nitekim güvenlikli sitelerin reklam afişlerine bakıldığında pazarlama tekniklerinin çılgınlık boyutlarına varan bir ideal mekân çizme arzusunu temsil ettiği rahatlıkla görülebilir. Bu reklamlarda ütopyayı andıran mekân imajları çizilir ve çekicilik hissi körüklenir. ‘İdeal’ kelimesinin yoğunlukla geçtiği ve sürekli bir şekilde ‘güvenlik’ vurgusu taşıyan kampanyalardır bunlar. Ayrıca İngilizce ifadelerin hâkimiyetine rastlarız. “My Village”, “My Town”, “Almond Hill”, “Kemer Country”, “Bosphorus City”, “Liva İstanbul” vs. bu albenili söylemin örnekleri olarak karşımıza çıkarlar.

Sözkonusu güvenlik sendromunu bu yazıyı okuyanların eminim birçoğunun şahit olduğu bir örnekle açayım. Sevdiğiniz bir arkadaşınızı veya akrabanızı ziyarete gitmek istiyorsunuz. Site kapısına geliyorsunuz, güvenlik sizi durduruyor, kime geldiğinizi soruyor, sonra gideceğiniz daireyi arıyor, “efendim şunlar şunlar geldi, girebilirler mi” diye icazet alıyor, eğer onaylanırsa site kapısından girme şerefine erebiliyorsunuz. O sırada ziyarete geldiğiniz dostunuz telefonu duymamışsa veya telefonu kapalıysa, kendisine ulaşılana kadar kapıda beklemelisiniz. Şimdi düşünelim, bu ahlakın seküler kesimler için sorgulanası bir yanı yok gibi durabilir fakat Müslümanların gelecekteki şehre, o şehrin insanî ilişkilerine bırakacakları mirasın korkunçluğunu idrak edebiliyor muyuz? İnsanları parça parça eden bu gettolaşmaya yükseltecek bir tek itirazımız yok mu?

Mahalleyi savunmak için mahalleyi güzelleştirmemiz gerekir

Yukarıda, TOKİ’nin bu güvenlikli sitelerin haricinde daha sıradan ve orta-alt kesime hitap eden toplu konut örneklerinin madalyonun öteki yüzü olduğunu söylemiştim. Toplu konut formu, artık kentleşmenin ideal formuna dönüşmüş gibi. Müteahhitlerimiz, mühendis ve mimarlarımız, kent planlamacılarımız ve belediyelerimiz; hiçbirinin muhayyilesinde daha yatay, daha heterojen, daha yeşil bir şehir yok. Gelir seviyesine göre “herkesi ev sahibi yapma” projesi, zenginleri tek bir sitede, orta gelirlileri tek bir sitede, alt sınıf mensuplarını tek bir sitede toplamaktan başka bir sonuç doğurmuyor. Bu mekânsal ayrışma, zengin ve yoksul kesimler arasındaki makası daha da açarken, topografya üzerinde kesin çizgiler ve renklerle ifade edilebilecek çok daha görünür bir sınıfsal kutuplaşmaya sebep olacak. “Mahalle”ye ilişkin toplumsal tahayyülün bir sonraki nesilde nasıl da metamorfoza uğradığını çocuklarımızda göreceğiz.

Ne yapmalı peki? Mahalleye mi dönmeli? Dönülecek bir mahalle kaldı mı? Otoparka dönüşen sokakları ve nefeslerimizi boğan beton yoğunluğuyla, bina aralarına sıkışan külüstür çocuk parkları, kalabalık, kirli ve yeşilsiz manzarasıyla arz-ı endam eden “mahalle”mizin güzellemesini yapabilecek bir babayiğit var mı? Mahalleyi savunmak için mahalleyi güzelleştirmemiz gerekir. Toprakla bağı kopmamış, gökyüzüyle de bağını gökdelenler yoluyla kurmayan, yani ayağını “fıtrat”a basan, gözlerini “fıtrat”a yükseltmiş bir yaşama mekânı inşa etmek zorundayız, ölü mekânlardan çok. “Gittikçe kapanıyoruz içimize/ Duvarlar duvarlar duvarlar/ Duvarlarla çevrilerek” diyor Sezai Karakoç “Evin Ölümü”nde. Duvarlardan kurtulmalı, Aliya‘nın “Binalar yükseldikçe gökyüzü daralır” sözünü başucumuza koymalı ve Gaston Bachelard‘ın Mekanın Poetikası‘nda söylediği, “evin yükselen her katında çocuğun hayal gücünün bir kısmını yitireceği gerçeği”ne karşı dudak bükenlerden olmamalıyız. “Yeni Türkiye”, “küresel kent”, “kalkınma”, “gelişme” gibi yoz mitlerin üstesinden gelmenin daha makul bir imkânını göremiyorum.

 

Ammar Kılıç yazdı

Source link

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu