DİKİŞ AYNASI
Öykü • DİKİŞ AYNASI
DİKİŞ AYNASI
Gölgesi insanları serinletsin diye dikilen kayın, yıllar sonra pencereye düşen gölgesinden dolayı kesildi. Dikiz aynasında yıkılışını izledim. Kayını ben öldürmedim, ama izledim. Nasıl olduysa oldu. Belediye ses etmedi. Ankara’da tanıdığı var diyorlardı. Konuşmalar tenhalaştı. Çok olmadan yitti. Kayını ben unutmadım. Dikiz aynasını da. Dikiz aynası, zamanla dikiş aynasına dönüştü.
Bir yıllık çalışmanın mükâfatı iki haftaydı. Özel sektörün cazibe eksikliği. Bu kısıtlı vakti tatil beldelerinde geçirmek toz bulutuna karşı sadece gözlerini kapamayı andırıyordu. İnsanlar bu tip yerlerde istiflenmiş gibi. Yaylaya çıkmak, yağmurun şapırtılarını dinlemek dururken gel de kayıtsız kal. Memleketteki yaylaya gideceğimi duyan abimin arkadaşı, memlekete gideceğini, arabada tek olduğunu, yolcu aradığını söyledi. Hem ucuz, hem istediğin yerde mola veririz, evinin önüne bırakırım diye imkânlar sununca hayır diyemedim. Beni hep hayır diyememelerim mahvetti, güzel havalar da iyileştirdi.
Sabaha doğru yola koyulduk. Şoförün yan koltuğuna yerleştim. Böylelikle zorlu bir sürece adım attım. Şoförün yanındaki konuşkan olacaktı. Onun dalgınlığının önüne geçecekti. O kadar uzun yol dalmamak elde değildi. Geçen yıllarda dayım uykuya yenik düşünce, arabası takla atmıştı. Ufak tefek sıyrıklar doluşmuştu, ucuz atlatmışlardı. Hatıralar geleceğe temkin bağışlıyordu. Dalmaması için sürekli konuşmalıydım. Tam da adamıydım. Saatlerce konuşmasa keyifle susardım. Ortak nokta bulmaya çalıştım. Hangi takımlı olduğunu soracaktım, daha futbolcu isimlerini bilmiyordum; yarış arabaları bahsini açacaktım, daha markalarından habersizdim; siyaseti açıp ortamı germeye de gerek yoktu. Tıkanık konulardı. Nasılsın desem “gördüğün gibi, bildiğin gibi, idare eder” diyerek nasıl olduğunu düşünmeden cevap verecekti. O gündüzü seviyor, ben geceyi. O arabesk dinliyor, bense türkü. Orta şeritte yol alıyoruz, orta yolu bulamıyorum.
Gözüm dikiz aynasına kaydı. Geride kalan gökdelenleri seyretmeye koyuldum. Gökdelenlere; Bengalcede gök süpüren, Boşnakçada gök yırtan, Arapçada bulut çarpan denildiğini hatırladım. Bu anımsamayla gülümsedim. O sıra gülüşümün sebebini sordu. Hiç, dedim. Araba yol aldıkça geride bırakıyoruz ya insanları, gökdelenleri, şehri; bir hafiflik hissediyorum. Yüküm olduğunu bildiğim hâlde.
Ortak bir konu buldum. Hatıralardan çıkardım. Sevgi ortaktı; ne dil biliyordu, ne din, ne de zırhını kuşanmış kalp. Parmaklarımı çıtlatmaya başladım. Konuşmaya devam ettim: Biliyor musun, Haşim abi, ara sıra parmaklarımı çıtlatırım. Her çıtlattığımda ilkokulda sevdiğim Gülşen aklıma gelir. Ön sıramda oturuyordu. Sürekli parmaklarını çıtlatıyordu. O ne yapıyorsa aynısını yapmaya çalışıyordum, televizyonda duymuştum: Kişi sevdiğine benzermiş. Çocuk aklı işte, ben de Gülşen’e benzemeye çalışıyordum. Onun sanatçıları, renkleri, gülerken gözlerini kısması, parmak çıtlatması artık benimdi. Eve vardığımda ilk işim parmağımı baskılamak oldu, didindim, uğraştım, sonunda bir ses işittim. Bir hafta kalem tutamadım. İyileşti, yılmadan tekrar denedim. Olana kadar. İşte bu parmak çıtlatışım ondan hatıra. Her sevdiğim kişi bana hatıra bıraktı, benim varlığım onların hatıralarıyla ayakta. Koltuk değneklerim oldular; ama ayaklarım sağlam. Değnekler yüzünden koşamadım da. Sana bırakılan hiç hatıra oldu mu?
Olmadı, dedi. Askerden gelir gelmez baş göz ettirdiler. Kendi aile yapılarına uygun, hanım hanımcık, oturmasını kalkmasını bilen, nerede konuşulup nerede susulacağını, yemek yapmasını, parayı muhafaza etmesini, bir de güler yüzle kapıda karşılamayı öğrettik mi, böyle bir gelini nerede bulacağız, dediler. Onlar bana eş yerine kendilerine gelin bakıyorlardı. Belki de ben öyle olmasını istemiyordum. Bunu kendimle hiç konuşmadım. Kabul ettim. İnsanın kendisiyle konuşması gerekiyormuş. Birbirimize alıştık. Evde kendi görevlerimizi biliyoruz. Kendi sınırlarımızı tanıyoruz. Kendilikten ayrılmıyoruz. Ben biraz yoruldum, mola verelim, o sırada da benzin alalım, dedi. Sevdiği konular değildi, daha fazla konuşmak istemedi.
Bir süre gözümüz benzin istasyonu aradı. Yanında kahvehanesi olan bir yerleşkede durduk. Birer çay ve su söyledik. Etraftaki gözler masamızın üstündeydi, Yuvarlanmadan, olabildiğince sabit duruyordu. Bu manzara eşliğinde içtik. Suyun üzerinde Kayın yazılıydı. Serkan abi, ben biraz adım atayım, ayaklarım açılsın, benzin alayım dedi. Bense bir bardak çay daha söyledim. O ara karşımdaki sandalyeye yaşını almış bir adam oturdu. Sen okumuş birine benziyorsun evladım, dedi. Öyle bir benzeyişe sahip olmaktan mutlu oldum. Emekliliğimi hesaplayabilir misin? Okumuş bir insan olmanın bu işe yarayacağını düşünmemiştim. Gerçek hayatta okumak ne işe yarardı ki; hesap makinası muamelesi. Sen okudun, on yedi çarpı on üç kaç eder? Bilemesen sen nasıl okudun, söylesen bilmen gerekiyor tabi gibi anafora düşme muhabbetleri içeriyor. Okumanın görevlerinden biri de düğünde kimler gelmiş, kimler gitmiş; ne takmış, ne takmamış deftere alfabetik sıraya göre geçirmek. Olur tabi amca dedim.
Askerden önce bir işe girdim, Salih emmi sağ olsun, sigorta başlangıcın bulunsun diyerek zorla girişimi yaptı, onun sayesinde başladı. Askerden sonra devam etti. Askerliği yatıracağım hesaba onu da ekle, dedi. Prim gününü söyledi. On üç ayı kalmıştı. Az kaldığına sevindi, onca yıl ben çalışmışım gibi dua etti. Ne işle meşgul olduğumu sordu. Buralarda çapa motoru var ya, mavi olandan, patpat olarak da kullanılıyor, bildin mi dedim. Hı hı, dedi. Onların kalitesinden sorumlu mühendisim, dedim. Aaa öyle mi, benim de belimde bir ağrı var, fıtık olabilir, kaç gündür sızısı dinmiyor. Hanım sıcak suyla baskı yapıyor ama namussuz bana mısın demiyor. Bir baksan evladım. Dışarı sızdırmadan güldüm, içten içe, efendice. Amca yanlış anladın, ben anlamam ondan. Nasıl okudun sen evladım, dedi. O sıra Haşim abi geldi de öyle kalktık. Arabaya bindik. Dikiz aynasıyla onu izlemeye koyuldum. Bir eli kendi diğer eli de bardağın belinde yüzünü ekşitip yakınlara bakarak içiyordu; ama hangisini içtiğini göremiyordum.
Otoyola bağlandıktan sonra sessizliği bozmak için radyoyu açtım. Sefer FM çalıyordu. Arkada radyonun spikeri konuşuyordu. Sesinde yılların götürdüğü bir heyecansızlık vardı. Olayları olabildiğince olağanın dışında anlatmaya çalışıyordu: Geçen gün bir dinleyici ofise zarfın içinde buruşturulmuş kâğıt göndermiş. Yırtmadan yavaş yavaş açmayı denedim, iç içe geçikti. Az bir yırtıkla açabildim. Üstünde geçen günlere, biten yıllara, tükenen ömre, tüten düşüncelere dair yazılıydı. Altına bir şey eklememişti. Uzun bir müddet baktım. Aslında o boşluğa ne çok şey sığdırmıştı, o kadar doluydu ki tek bir nokta kalmadığından bunu boş olarak algılıyorduk, yeni bir zemin görünüyordu. Ne çok konuşuyorduk susmanın gerektirdiği yerlerde.
Zarfı gönderen dinleyiciye teşekkür ederim. Şimdi de istekleri okuma vakti geldi. İlk istek elektrikçi Kemal’den. Sıradaki şarkıyı Geredelilere armağan ediyor. Sonraki istek Zafer’den. Neşet Ertaş’tan ‘Yolcu’ direksiyon başındakilere gelsin diyor.
Biz de hediyeye icabet edip dinliyorduk. Dikiz aynası da yol kenarındaki serili harmanı, işçilerin avareliği bıraktığını, alınlarında çamurlaşan tozları gösteriyordu. Sonra araya bir görüntü daha girdi. Arkamızda sallana sallana hakimiyetini kaybederek gelen kamyon belirdi, çok geçmeden bize çarptı. Yoldan çıktık, birkaç takla attık. Daha da çok takla atmış olabiliriz, tam hatırlayamıyorum. Yamaçtan aşağıya doğru sarkmıştık ki, yamaçtaki ağaç arabanın gövdesinden tuttu. Dikiz aynasının parçaları camdan alnıma sıçramıştı, sonradan yedi dikiş atılacaktı. Başımı pencereden dışarıya sarkıttığımda kayını gördüm. Gölgesi uçuruma vuruyordu. Radyo çalmaya devam ediyordu.
Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz
Dünya senin vatanın mı yurdun mu?
Son böyle mi bitmeliydi? Belki bir aydınlanma, çağrışım, sonrasında yeniden unutuş gerçekleşecekti. Yol boyunca ortak konu bulunacak, yaylaya vardıktan sonra tekrar bir kayın görecekti. Hatırasını anımsatacaktı. Hatıralar sana sürekli yeni son ısmarlıyordu.
Böyle bitmedi.