Kültür - Sanat

Cumhuriyet devrinde medreseleri ıslah projesi

Medreselerin ıslahını gündeme getiren ilk metinler, Sultan Abdülhamid döneminde muhalefetten yani İttihat ve Terakki hareketinden geldi. Siyasî istikrarsızlıklar ve birbirine eklenen savaşlara rağmen II. Meşrutiyet devrinde medreselerin ıslahı teşebbüslerine başlanmış ve nihayet Birinci Meclis 1922 yılında, Millî Mücadele’nin en yoğun ve kritik günlerinde, “Medâris-i İlmiye Nizamnamesi”ni çıkarmıştır. Metinleri ve her seviyedeki tartışmaları incelediğimizde bir buçuk yıl sonra medreselerin kapatılacağına ve hatta aynı gün Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin lağvedilip yerine Diyanet İşleri Başkanlığı gibi nevzuhur bir kurumun kurulabileceğine dair herhangi bir emare bulmak mümkün değil.

Erken tarihi 1770’li yıllara kadar çıkan modern okullaşma (mektepleşme) süreçlerini; Cumhuriyet eğitim sistemini de hazırlayacak şekilde ıslah eden, genişleten, yaygınlaştıran, derinleştiren, aynı zamanda müfredat ve ders kitapları üzerinden Yeni Selefîlik anlayışına yakın/uygun bir şekilde dinîleştiren Sultan Abdülhamid, medreselerin ve tekkelerin ıslahı için küçük parmağını zaman zaman da olsa oynatma ihtiyacı duymadı. Bu kurumların özellikle büyük şehirlerde olanlarından, onların insan unsurundan memnun değildi, muhalefetlerinden çekiniyordu, Osmanlı Devleti’nin onlarla devam edebileceğine inancı yoktu. Bu kanaat ve tutum şahsî fikirleriyle mi alakalıydı yoksa devlet aklı yarım asırlık, bir asırlık süreç içinde oraya mı gelmişti sorusu çok taraflı olarak müzakereye açıktır. Şimdilik ikisi de vardı diyelim.

Bu ilgisizliğin ve doğrudan-dolaylı yollarla mesafeli duruşun birçok göstergesi var fakat en “göze batanı” cins atlar dahil olmak üzere Osmanlı topraklarını kurumları, insanları ve “medenî” zenginlikleriyle resmettiren padişahın bu albümlerinde medrese ve tekkelerle alakalı, ne kurumsal ne de insan unsuru itibariyle -tesadüfler hariç neredeyse hiçbir karenin bile yer almamış olmasıdır. Her türden, her cinsten on binlerce memleket fotoğrafı fakat Osmanlı Devleti’nin kurucu ve sürdürücü iki büyük kurumundan, onların hoca ve şeyhlerinden, talebe ve müridanından hiçbir iz yok! Nisyana terkedilmiş, üstü örtülmüş… Kalmayan kendi “yağında” kavrulmaya bırakılmış…

Üzerinde durulmamış bir problem ama ciddi ve şaşırtıcı bir mesele… Fotoğraflarda bir müderris, bir kadı, bir şeyh görünüyorsa eğer bu, modern bir mektebin, bir devlet dairesinin, demiryolunun, postanenin karantinanın… açılışı vesilesiyle veya her kademedeki modern mekteplerin hocaları arasında bulunması yahut Maarif’in, Adliye’nin, Darülfünun’un heyetlerinde yer alması sebebiyledir. Yani “kendi” yerinde değil başka/yabancı bir yerde görülebiliyor ancak…

Padişahın, dedesi Sultan Mahmud gibi itina ile tamir ettirdiği türbeler, makamlar, ziyaretgâhlar ve bir miktar tekke var. Fakat onların sebebi ve hedef kitlesi farklı.

Medreselerin ıslahını gündeme getiren ilk metinlerin nereden ve nasıl çıktığına bakıldığında da enteresan bir vâkıa ile karşılaşılacaktır. Bunlar ulemadan, meşayihten, kurumsal olarak medrese ve tekkelerden de birçok unsuru içinde barındıran/içine çeken muhalefetten, -Yeni Osmanlıların sınırlı metinleri bir tarafa bırakılırsa- esas itibariyle İttihat ve Terakki hareketinden geldi. Devr-i Hamidî’de risâle olarak ancak Kahire’de basılabilen ilk metin muhalif ve firari Hoca Muhyiddin’in Medreselerin Islahı kitapçığıdır (Mısır, ts. [1314/1897], 32 s.). Jöntürkler memalik-i Osmaniye’de güçlü ve etkili bir grubu yanına çekmek suretiyle padişahın hayli mesafeli durduğu hoca ve şeyhlerden, medrese ve tekkelerden meşruiyet kazanmak, muhalefet için onların ağlarına ve iletişim imkânlarına dahil olmak, onlar vasıtasıyla halka ulaşmak yoluyla istifade etmek istiyordu. Fakat bunun kadar önemli olan ihmal edildiklerinin farkında olan ilmiyeden ve sufiyeden zevatın bunlara, muhalefete hevesle katılmasıdır.

Bunlar uzun bir bahistir[1] fakat açık olan bir şey var ki o da medreselerin ıslahı meselesi Sultan Abdülhamid tahttan uzaklaştırıldıktan sonra İttihat ve Terakki çevrelerinin gayretleriyle gündeme gelmiş ve ilk teşebbüs ve metinlerini 1909’da göreceğimiz çalışmalar 1914 yılında çıkarılabilen Islah-ı Medâris Nizamnamesi’yle mevzuat ve uygulama olarak meyvelerini vermiştir.[2] Medreselerle mekteplerin, âlimlerle aydınların hususen yüksek tahsil kademelerinde kuvvetli bir şekilde ilişkilendirilmesi de (Medresetü’l-Mütehassısîn ile Darülfünun İlahiyat ve Edebiyat Fakültesi arasında tesis edilen münasebetler bu bakımdan dikkat çekicidir), Sultan Hamid devrinde Ulûm-ı Âliye-i Diniye Şubesi adıyla eğitim veren “İlahiyat” Şubesinin İttihatçılar devrinde daha siyasî-“dinî” bir şekilde Ulûm-ı Şeriye Şubesi adını alması da bu süreçlerin bir devamıdır. İslâm dünyasında modernleşme teşebbüsleri bu örneklerde olduğu gibi bazen/ aynı zamanda daha “dinî” bir dil ve ifade ile tezahür eder, edebilir.

Cumhuriyet “çökmüş” medreseleri mi devralmıştı?

Siyasî istikrarsızlıklar ve birbirine eklenen savaşlara rağmen II. Meşrutiyet devrinde medreselerin ıslahı teşebbüslerine başlanmış ve İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerde ümit verici mesafeler de alınmıştı. Taşradaki medreselerin ıslahının zaman alacağı ise baştan belliydi. Ankara hükümetlerinin ve Meclis’in devraldığı veya bir şekilde kendi tarafına düşen medreseler, I. Cihan Harbi’nin, Mütareke’nin, işgallerin, Millî Mücadele şartlarının getirdiği bütün olumsuzluklara, insan unsuru kayıplarına ve imkânsızlıklara rağmen “yenilenmiş/yenilenmekte olan” bir halet-i ruhiye içinde idi. Ayrıca Anadolu ulema ve meşayihi Millî Mücadele’yi desteklemiş, kendi bölgelerinde dağınık ve zayıf kuvvetleri organize etmiş, bu sayede Birinci Meclis’te haklı ve tabii olarak en kalabalık grubu meydana getirmişti. Onların medreselere ihtimam göstermesi beklenebilecek bir şeydi.

Fakat eldeki bilgi ve teşebbüslerden yola çıkarak medreselere ihtimam göstermenin sadece ulema ve meşayihin değil nerede ise bütün Meclis’in arzusu olduğu söylenebilir. Millî Mücadele devam ederken Meclis’in, onun bir parçası olarak Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin Anadolu medreselerini ihya etmek için gösterdiği çabalar ve 1914’te yapılan medrese ıslahatına benzer, onun bir tür devamı sayılabilecek bir çalışmanın içine girmesi, nihayet 1922 yılında, savaşın içinde iyi hazırlanmış “Medâris-i İlmiye Nizamnamesi”ni çıkarması[3] ve hemen bunun gerektirdiği teşebbüslerde bulunması bu açıdan anlamlıdır. Nizamnamenin Esbab-ı Mûcibe Layihası (gerekçesi) kısmında geçen aşağıdaki ifadeler durum tasviri ve ihtiyaçlar üzerinden yapılması gerekenleri zaruri ve acil olarak sunmaktadır:

“Vukubulan müracaat-ı mütevâliyeden anlaşıldığına nazaran Anadolu’nun birçok mahallerinde eimme fikdanından [imam yokluğundan] şikâyetle an-camaatin eda-yı salavât-ı mefrûza edilememekte [cemaatle farz namazları kılınamamakta] ve hatta cenazeler gasl ve tekfin edilmeksizin defn olunmakta olduğu ve mesâil-i zaruriye-i şeriyelerini halledecek [dinî sorularını ve meselelerini cevaplayacak ve çözecek] bir âlim bulunmadığı kemâl-i teessürle beyan edilmekte ve şu suretle beliyye-i cehl taammüm ederek [cehalet belası yaygınlaşarak] esasât-ı diniye ve camia-i ictimaiyemizin Huda ne-kerde [Allah göstermesin] kökünden sarsılacağından bihakkın korkulmaktadır” (s. 3)

Bu ve benzeri çabalar Cumhuriyet’i kuran kadronun Birinci Meclis’i feshederek 1923-1924 sonrasında peş peşe gündeme taşıyacağı ve Meclis’e, halka dayatacağı, nerede ise tamamı din merkezli inkılapların ne kadarının önceden düşünülmüş ama uygun zamanı gözetilmiş, ne kadarının ise Lozan sonrası süreçte mecburen, doğrudan veya dolaylı dış baskılarla yapıldığı sorularını tekrar müzakereyi gerektirecektir. 1919- 1923 yılları Ankara tecrübesinden, Erken Cumhuriyet devrinden diğer inkılaplar gibi, medreselerin kapatılmasıyla neticelenen Tevhid-i Tedrisat’ın, bir buçuk yıl sonra tekkelerin seddinin çıkabileceğini beklemek ve düşünmek muhtemelen aşırı yoruma girecek veya inkılapları “millîleştirmek” çabasına dönüşecektir. Benim kanaatime göre kurucu kadro böyle düşüncelere, bu derecelerde sahip değillerdi. Bunları, daha doğrusu bu hallerini kucaklarında buldular. Hazırlıksızlıkları, alelacele (“ivedilikle”) hareket etmeleri de bundandı.

Ayrıca Tevhid-i Tedrisat adının işaret ettiği üzere çatallaşmış, birdiğeriyle mesafeli ve farklı kafalar yetiştiren eğitimi birleştirmedi, on-on beş yıl öncesinden tartışılmaya başlanan bu başlığı kullanarak eğitimin büyük bir kanadını bütünüyle budadı, Türk eğitim sistemini hâlâ telafi edilemeyecek ölçüde fakirleştirdi, seyreltti, zaafa uğrattı, Türkiye’yi taşıyamayacak hale getirdi. Dahası din eğitimini, dinî müesseseleri, din kültürünü de üslubunu da bugün herkesin farklı zaviyelerden tenkit ettiği hale soktu.

Bir vesikanın ilaveten anlattıkları…

Aşağıdaki tarihsiz metin Ankara’nın medrese ıslahatı arayışlarına paralel olarak, 1922 yılında, 27 Nisan-9 Temmuz ve 12 Temmuz-26 Ekim tarihleri arasında Büyük Millet Meclisi hükümetlerinde iki defa Şeriye ve Evkaf Vekilliği yapmış olan müderris, Eskişehir mebusu Abdullah Azmi Torun’un (1869-1937) imzasıyla müftülüklere ve müderrislere gönderilmiş bir tamimdir. (Tamamen Ankara’ya mahsus bir tecrübe olan Şeriye ve Evkaf Vekâleti –Bakanlığı şeyhülislâmlık kurumunun Anadolu kabinelerindeki gölgesi veya devamı gibidir. 3 Mayıs 1920 tarihinden 3 Mart 1924 tarihine kadar bütün dinî kurumlar, bu arada medreseler ve tekkeler ile vakıflar ona bağlıdır. İstanbul kabinelerinde şeyhülislâmlık için olduğu gibi Ankara kabine listelerinde resmen ilk isim olarak yer alması da kendisine verilen -verilmek zorunda kalınan- önemin ve statünün derecesini gösteriyor. Bakanlık yapan dört kişi de medreseli ve Millî Mücadele kahramanıdır. Meclis’te Şeriye Encümeni -Komisyonu- var ve bütün kanunları şerî açıdan müzakere ediyor.)

Belge tarihsiz ama Abdullah Azmi Efendi’nin bakanlık dönemini bildiğimiz için 1922 Mayıs-Kasım ayları arasında yazılıp gönderildiği kesinlik kazanıyor. Millî Mücadele’nin en yoğun ve kritik ayları…

Bakın bakalım, Ankara’da bir buçuk yıl sonra kapatılacak bir medrese havası var mı? Yahut aynı gün Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin lağvedilip Diyanet İşleri Başkanlığı gibi ona göre her bakımdan zayıf, nevzuhur bir kurumun kurulabileceğine dair bir hava, bir rüzgâr esiyor mu?..

Bütün müftilere ve müderrislere tamim

Bismillâhirrahmânirrahîm

Edvâr-ı sâbıkanın an-kasdin yahut kasda makrûn olmayarak ihmal ve lâkaydîsi yüzünden münkarız olan medâris-i ilmiyenin her tarafta yeniden ihya ve küşadı hakkında Büyük Millet Meclisi’nin kabul eylediği kanunun neşri üzerine birçok yerlerde medreseler küşadına başlandı. Bazı müftiler bu hususta büyük himmet ve faaliyetler göstererek tesis eyledikleri medreselerin hayatını temin edecek tedâbire tevessül ettiler ve bu hususta şayan-ı şükran muvaffakiyetler elde ettiler. Bazı müftiler ise maa’t-teessüf meseleyi layık olduğu ehemmiyetle telakki edemediler; memlekette hâlî ve muattal kalmış birçok medreseler olduğu ve Müslüman olan halkımızın medreselere karşı büyük bir mahabbet ve merbutiyetleri bulunduğu halde biraz hareket gösterip bir medrese tesisine bile muvaffak olamadılar. Bazıları da şöyle böyle bir medrese küşadına muvaffak olduysa da onu yaşatmak ve ileriletmek için lazım gelen esbâbın teminini hiç düşünmeğe bile lüzum görmediler. Yalnız Şeriye Vekâleti’ne uzun tahriratlar yazarak tahsisat istemekle vazifelerinin hitam bulduğunu zannettiler.

Medresenin hayatını temin için acaba biraz uğraşıp çabalansa, hususi teşebbüslerde bulunulsa, gerek halkın muavenetine müracaat suretiyle olsun, gerek idare-i hususiyelerin bütçelerine idhal suretiyle olsun, mümkün mertebe bir karşılık tedariki için çalışılmış olsa muvaffakiyet hasıl olmaz mı? Her şeyi Şeriye Vekâleti’nden, hükümetten mi beklemek lazımdır?

Bu hususta bazı müftilerin gösterdikleri dirayet ve faaliyet hakikaten şayan-ı takdirdir. Şeriye Vekâleti ister ki bütün müftiler böyle memleketin ihtiyacını, zamanın nezaketini takdir edecek bir dirayet ve reviyyet göstersinler. Bu hususta misâl olmak üzre Erzurum müftisi Mehmet Sadık Efendi ile Yozgat müftisi Mehmet Hulusi Efendi’nin mesai-i dindarâneleri bilhassa şayan-ı tezkârdır. Mehmet Sadık Efendi, Erzurum vilayetinde dokuz medrese tesis ve küşâd ederek burada istihdam edeceği müderrislerin kadrosunu yapmış ve iktiza eden üç yüz yirmi bin dört yüz kuruşu Erzurum Meclis-i Umumisi’ne kabul ve idare-i hususiyenin [13]38 senesi bütçesine idhal ettirmeye muvaffak olmuştur.

Yozgat müftisi Mehmet Hulusi Efendi de Yozgat’ta ihya ve küşâd edilen Medrese-i İlmiye için liva müvazene-i hususiyesinden [13]37 senesine mahsus olmak üzre yüz bin, [13]38 senesi için de 232200 kuruş tahsisat alarak hem medresenin imar ve ıslahına, hem de ders okutan müderrislere her saatine mukabil 75 kuruş vermeye muvaffak oluyor. Bununla da kanaat etmeyerek ayrıca bir de üç sınıflı Eimme Şubesi küşâd ve bunun için de yine liva müvazene-i hususiyesinden 34050 kuruş tahsisat almaya muvaffak oluyor.[4]

Burada Erzurum ve Yozgat müftileriyle Meclis-i Umumi azalarının şu teşebbüs-i dindarâneleri kemâl-i menn ü şükran ile tebcil ve takdir olunur. Fakat bu müftiler idare-i hususiye bütçelerine medrese için iki üç yüz bin kuruş koydurmaya muvaffak oldukları halde diğer müftiler neden bir teşebbüste bulunmadılar? Medreselere karşı büyük bir mahabbet ve merbutiyet perverde ettiğine şüphe olmayan her taraftaki mecâlis-i umumiye azaları müftiler tarafın dan vukubulacak böyle bir tektlifleri acaba red mi ederdi? Yoksa hüsn-i suretle mi karşılardı?

Elhasıl görülüyor ki bazı müfti ve müderris efendiler zamanın icabâtını idrak ederek lazım gelen eser-i hayat u faaliyeti göstermediler. Halbuki bugün dine, ümmete hizmet hususunda geceyi gündüze katarak çalışmak icab eder. Her tarafta medreseler çökmüş, ilim ve irfan ocakları yıkılmış, köyler imamsız kalmış, halkın din hisleri gevşemiş, münkerât alabildiğine ilerilemiş olduğu böyle bir zamanda en mühim vazife ulemaya terettüp ettiği gibi en mühim mesuliyet de onların omuzlarına yüklenmektedir. Halkı tarîk-i hak ve sırat-ı müstakimde yürütmek hususunda lazım gelen bilcümle tedâbir-i diniye ve ictimaiyeyi düşünmek ve tatbik etmek memleketin en büyük irşad memurları olan müftilere müteveccih bir fariza-i diniyedir.

Her şehirde ve kasabada müftilik daireleri hakiki bir surette birer merkez-i dinî olmalı ve en büyük ve en müsmir faaliyetleri, faaliyet-i diniye ve ictimaiyeyi bu dinî merkezler göstermelidir.

Medreselerin teâlîsi için çalışmak istenilirse daha birtakım menâbi‘-i varidat bulmak mümkündür. Bugün İstibdal Kanunu mûcebince müsteğna-anha olan evkaftan, hususiyle müteaddit medreseler olan yerlerde mühim istifadeler olunabilir. Bazı medreseler var ki kasabanın en şerefli bir noktasında olmak itibariyle birçok para, varidat getirebilir. Bu medreseler İstibdal Kanunu’na tevfikan ve mahallî İstibdal Komisyonları marifetiyle istibdal olunarak hepsinin varidatını ihtiyaca göre bir iki medreseye tahsis etmek ve bu suretle elde kalacak bir veya iki medresenin hayatını idame etmek mümkün olan yerlerde hiç durmayıp teşebbüsâtta bulunmalı ve bu suretle medârisi tevhid etmelidir.[5] Artık bir dakika bile tereddüt ve ataletle geçirilecek zaman değildir.

Onun için Şer‘iye Vekâleti bu hususta bütün müftileri hareket ve faaliyete davet eder. İşbu tamim vasıl olduğu zamandan itibaren nihayet bir ay zarfında her müfti kendi dairesi dahilinde (kasabada, nahiyede, köyde) ne kadar münkarız olmuş medrese bulunduğu, bunların varidat-ı vakfiyeleri olup olmadığı, varsa neden ibaret olduğu, bunlardan hal-i hazırda ne suretle istifade kâbil olduğu, yeniden küşad edilen medâris-i ilmiyenin miktarı ve talebesi neden ibaret olduğu, elhasıl memleketinde medârisin mazisi, hal ve istikbali hakkında mufassal bir rapor yazıp Şer‘iye Vekâleti’ne irsal edecektir.

Bütün müfti ve müderris efendilere şunu da hatırlatmak isterim ki; bir zamanlar şaşaa-i kemâli gıpta-fermâ-yı cihan ve bugün hayretlerle gördüğümüz Avrupa’daki ulûm ve fünûnun pek çoğuna masdar-ı irfan olan medreselerimizi yeniden ihya ve Müslümanlığı i’lâ etmek için medreselere hakkıyla talebe olacak kimseleri kaydetmek icap eder. Müslümanlığa hizmet maksadıyla değil, yalnız askerden kurtulmak maksadıyla medreseye girmek isteyen -kim olursa olsun- katiyyen reddolunmak lazımdır. Verese-i enbiyâ olmakla mübâhi olan sınıf-ı ilmiye için askerliğin ne kadar kudsi bir vazife olduğu düşünülürse, bu vazife-i mukaddeseden kaçmak isteyenleri medreseye kayıt değil, doğrudan doğruya mensup oldukları [askerlik] şubeler[in]e teslim etmek iktiza eder. Medrese, vazife-i mukaddeseden kaçanların ilticagâhı olmayıp ilim ve irfan ocağı olduğunu hatırlatmaya lüzum görmem. Tahsilden maksat, dini ve vatanı i‘lâya hasr-ı vücut etmektir. Muallimîn ve talebenin bugün hizmet-i fiiliyeden istisnası, İslâmın lazım-ı gayrımufarıkı olan ulûm ve fünûnun neşr u tamimi maksadına matuftur. Müstakil bir vatana sahip olmadıkça ferâiz-i diniyenin birçoklarını bile ifa edemeyeceğimizi hatırlarsak bugünkü mücahededen kaçmak isteyenleri hain-i din telakki etmemiz icap eder.

Elhasıl bütün medreselerde hatıra, gönle bakılmayarak bihakkın tahsil meraklısı olup da din ve vatana hâdim olabilecek kimselerin kabulüne itina olunması lazımdır. Bunu, nizamnamenin beşinci maddesinde musarrah olduğu üzre Encümen-i İlmî Heyetleri taht-ı nezaret ve murakabede bulunduracaklardır.[6] Sevk-i menfaat veya herhangi bir tesir ile hilaf-ı nizam bir hal anlaşıldığı takdirde buna cüret edenler -müderris, talebe her kim olursa olsun- hakkında tatbik edilecek cezanın pek şedîd olacağını hatta İstiklâl Mahkemesi’ne kadar verileceklerini beyan eylerim. Vatanı kurtarmak ve yükseltmek için çalışanları Cenabı Hak muvaffak buyursun. Âmin. Umûr-ı Şer‘iye ve Evkaf Vekili Abdullah Azmi (imza)[7]

İsmail Kara

Derin Tarih, Haziran 2023


DİPNOTLAR:


[1] Konu hakkında daha mufassal okumalar yapmak isteyenler benim şu çalışmalarıma bakabilir: İslâmcıların Siyasî Görüşleri 1-Hilafet ve Meşrutiyet, genişletilmiş 2. bs., İstanbul, Dergâh Yay., 2001, s. 60-78, 128-40; “Ulema-Siyaset İlişkilerine Dair Önemli Bir Metin: Muhalefet Yapmak/Muhalefete Katılmak”, Divan, sayı: 4, 1998, s. 1-25; “Ulema-Siyaset İlişkilerine Dair Metinler-II: Ey Ulema! Bizim Gibi Konuş!”, Divan, sayı: 7, 2000, s. 65-134.

[2] Talebe ve meslektaşlarım Arzu Güldöşüren, Zeynep Altuntaş ve Ali Adem Yörük’le beraber medrese ıslahatı süreçlerinin bütün metinlerini tahlilleri ve biyografileriyle birlikte neşre hazırlama çalışmalarımız devam ediyor. Bu çabaların ve metinlerin tamamı Cumhuriyet devrine intikal eden medreselerin durumu ve kapasitesi hakkında da mevcut eksik bilgi ve kanaatleri tashih etmeyi gerektirecek veriler sunacaktır.

[3] Umûr-ı Şeriye ve Evkaf Vekâleti Tedrisat Müdiriyet-i Umumiyesi, Medâris-i İlmiye Nizamnamesi, İstanbul, Evkaf-ı İslâmiye Matbaası, 1338-1341 [1922], 37 s       

[4] Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası İhsan Efendi Yozgat’ta, bu tamimin gönderildiği 1922 yılında medrese tahsiline başlıyor ve Kahire’ye intikal ettikten sonra da yazışacağı müftü Mehmet Hulusi Efendi’den ders okuyor. Bu bakımdan İhsanoğlu’nun, babasının o yıllara ait notlarından ve arkadaşlarının anlatımlarından da istifade ederek yazdığı fasıl tamimin Yozgat kısmıyla daha bir anlam kazanıyor. bk. E. İhsanoğlu, Yozgatlı İhsan Efendi, İstanbul, Doğan Kitap Yay., 2018, s. 44-69.

[5] İstibdal, bir vakıf malının başka bir mülk veya malla değiştirilmesi mânasına gelir.

[6] Medâris-i İlmiye Nizamnamesi’nin esbab-ı mûcibe (gerekçe) kısmında Encümen-i İlmî’ler eliyle medreselerin nasıl yönetileceği ve müşterek sorumluluklara işaret eden paragrafı şöyledir: “Medâris-i İlmiye gerek teşkilat, gerek tedrisat itibariyle medâris-i atîkadan [kadim medreselerden] farklı olduğu için eskiden olduğu gibi her medreseyi büsbütün bir zatın uhdesine tevdi etmek muvafık olamayacağından müftilerin riyaseti tahtında Evkaf memuruyla ulema-yı mahalliyeden müntehab [seçilmiş] zevattan mürekkep ‘Encümen-i İlmî›ler tarafından idaresi tensib edilmiştir. Her mahaldeki medrese hakkında o mahallin ulemasını alakadar etmek ve o medresenin terakki ve tekâmülü hususunda cümlesinin mesai-i meşkûrelerini inzimam ettirmek [eklemek] pek musîb [isabetli] bir tedbir olacağı kanaatindeyiz” (s. 4)

[7] Cumhuriyet Arşivi, Nu. 51-0-0-0/2-1-13. Belgeden bizi haberdar eden Rabia K. Gündoğdu’ya müteşekkirim.

Source link

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu