Kültür - Sanat

Bu din sırtınızdan yükünüzü kaldırdı mı?

Şöyle anlatıyor Ekrem Hoca:

Dini düşünce üzerine konuşmaya başladığımızda ya da dini anlamamızda iki temel prensibimiz var. Bunlardan biri Taha Suresindeki, “Biz sana Kur’an’ı sıkıntı çek diye indirmedik.” ayetidir. Yani mutsuzluğunu artırmak, yükünü arttırmak, sıkıntını arttırmak için indirmedik.

Peki, niye indirdik o zaman?

Bunun da cevabını İnşirah Suresinde bulduğunu düşünüyorum. “Elemneşrahleke sadrak” yani sadrını genişletmedik mi?

Sadr aslında bizim zihin kapasitemizin başlama noktasıdır. Yani zihnimiz sadr’dan başlıyor. Sadr, biraz duygusal dünyaya açık olan, tecrübeye açık olan bir yer. Görüyoruz, duyuyoruz, kokluyoruz, dokunuyoruz vesaire. Bir dünya algılıyoruz buradan ve bir hafıza oluşuyor. Hafızanın üzerine bir de kıyaslamalar yapıyoruz… Genellikle de bu kıyaslamalar kötü tecrübelerden doğuyor, çünkü kötüler bizi daha çok korkutur. Mesela, sütten bir kere ağzımız yanar ama 40 tane yoğurdu üfleriz de buradaki ayıbı hiç düşünmeyiz. Bir sütten 40 tane yoğurt nasipleniyor!

Dolayısıyla sadr biraz dardır yani her birimizin ufku biraz dardır. Dünyaya başladığımızda sadrımız dardır prensip olarak ve yükümüz ağırdır. Biraz da korkutuluruz: ailede korkutuluruz, çevrede korkutuluruz, okula gideriz öğretmen bizi korkutur…Herkes bizi korkutur, neden? Çünkü tedbirin önemli bir kısmının korkutmayla verilebileceği düşünülür. Korkutursak insanlar tedbir alır, düşüncesi… Halbuki korkutursak insanlar tedbir almazlar, korkunca ürkerler ve kurnazlıklar öğrenirler… Kapasitelerini daha az kullanmayı öğrenirler.

Öncelikle insanlara lazım olan bir ufuk genişliğidir. Yani sadr genişliği lazım insana…

Peki, sadr genişliği nasıl olacak?

Yükümüzü kaldırarak… “ve vada’na anke vizrak” sırtımızdan yükümüzü kaldırarak… Bunu şöyle düşünüyorum: Mesela, her korkuyu üzerimizdeki bir yük gibi düşünelim. Şöyle söylersem beni yanlış anlarlar, o zaman öyle söylemeyeyim… Şöyle davranırsam beni şöyle değerlendirirler, o zaman öyle yapmayayım… Öyle yapma, böyle yapma, öyle yapma derken kendime sürekli kısıtlar koydum, engeller koydum. O zaman da kendime koyduğum dünya kadar kurala riayet etmek zorunda hissediyorum kendimi. Aslında bu kez de panikliyorum yani nasıl davranacağını bilemiyorum. En iyisi uzak durayım diyorum ve geri çekiliyorum. Kurallar çok olunca hayattan geriye çekiliyorum aslında.

Bunu bir benzetme ile daha iyi anlayabiliriz: Bir şehre gidiyorsunuz ve sırtınızda 40 kilo yük var. Mesela, bavulunuzu sırtınızı almışsınız geziyorsunuz. Şehri gezdiniz… Hiç zevk almazsınız, çünkü hiçbir şey göremezsiniz. 40 kilo yük var sırtında… Biz bu dünyaya niye geldik? Temaşaya geldik aslında… Biz bu dünyayı görmeye geldik. Bu görmenin adı dinde şehadettir. Şahitlik yani…

Mesela, mahkemeye gidiyorsunuz, şehadet ediyorsunuz ya da şahitlik yapıyorsunuz. Yani diyorsunuz ki ‘Ben bu hadiseyi gördüm’. Bizim iman ilkemiz de “Eşhedü” diye başlıyor yani “Şahitlik ediyorum ki Allah’tan başka ilah yoktur!” Dolayısıyla alemde birçok şey görmüş olmamız lazım. Ve aslında görebilmemiz için de sırtımızdaki o 40 kilo yükü kenara koymamız şart! Yani yükleri boşaltacağız, şöyle bir ayağa kalkacağız, doğrulacağız ve etrafımızı seyredeceğiz. Bir yere yetişir gibi bakmayacağız. Her bir şey hakkını vererek yürüyeceğiz…

İşte böyle yaptığımızda o; İnşirah oluşuyor. Dünya hakkında, evren hakkında, insan hakkında veya kendimiz hakkında…

Öyleyse ayet-i kerimeyi şöyle anlamak lazım diyebiliriz: Siz insanlar; dar bir ufkunuz vardı ve din ufkunuzu genişletti! Yani 360 dereceye varacak kadar ufkunuzu genişletti. Neden? Çünkü sırtınızdaki yükü kaldırdı. Dolayısı ile dinin yükümüzü kaldırıyor olması gerekir.

İnsan, alem ilişkisinde İnşirah metodu

Başka bir örnek daha verelim. Muhammed İkbal, Kur’an-ı Kerim ile İnsan ilişkisi anlatırken bir örnek veriyor, müthiş bir örnektir. Şöyle ki: Kristof Kolomb Amerika’ya gittiğinde yerliler etrafında toplanmışlar. Hepsi Kristof Kolomb’a şaşırıyor; o da doğaya şaşırıyor. Her şeye kulak kesiliyor… Kuş sesine, ağaç hışırtısına, çağlayan nehirlere… Oradaki yerli için ise bunlar çok normal, yani ne var neye şaşırıyorsun? İkbal diyor ki: Kur’an-ı Kerim’le ilişkimizi yerlinin doğa ile ilişkisi gibi kurduğumuz sürece bu kitap bize bir şey vermez! Kur’an-ı Kerim’le ilişkimizi Kristof Kolomb’un yani “Kim o?” ölümü göze alarak bir yere giden adamın kitapla ilişkisi gibi veya kıtayla ilişkisi gibi kurabilirsek o zaman Kur’an-ı Kerim bizi besler.

Ben bu ilk defa görme meselesini çok önemsiyorum. Şu açıdan: Peygamber Efendimizin (s.a.) hepimize sünnet olarak bıraktığı çok önemli bir kavram var: “Tahayyür ya da hayret.” Hayret; İslam ahlakının yücelttiği, İslam ahlakında anlamını bulmuş çok güzel bir kelimedir. Günlük kullanımda anlamı değişmiştir, şaşkınlık gibi kullanılıyor ama öyle değil. Hatta şaşkınlık biraz ayıp kabul edilir, çünkü bir marifetsizlik halidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: “Ya Rabbi, Benim Sendeki hayretimi arttır.” Yani bu ne demek? Her an her şey sanki yeniden oluyor… Bir ezber yok! Mesela Peygamber Efendimiz bir namaz kılıyor, sanki ilk kez kılıyor; hac yapıyor, sanki ilk kez oluyor veya son kez oluyor. İster ilk namaz ister son namaz de, fark etmez. İslam geleneği genel olarak Peygamberin (s.a.) ibadetlerine son namaz, son hac filan demiştir. Neden? Son kez yapıp Rabbine gidecek… Bunun getirdiği muazzam bir “Tahayyur” hali var tabii. Yani “Hakkını tam verme.” Bir kuşun sesini son kez duyuyoruz yani duyup öteye geçeceğiz… Mesela bir çiçeğe son kez bakacağız ya da çocuğunuzu son kez görüyorsunuz… Dolayısıyla hayatla ilişkiyi böyle bir vedalaşma ilişkisi gibi düşünürsek hayatın değerini, insan değerini daha iyi anlayabiliriz.

Source link

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu