BİLMEZDİM
Öykü • BİLMEZDİM
BİLMEZDİM
Hakk’ın beşere hitabıymış beklentim, bilmezdim. Aceleci ve şerre duacıydım. Bir kapı açılsın diye çokça dua etmiş, tüm koşulları zorlamıştım. Sonra açılmasını kimsenin istemeyeceği büyük bir kapının önünde buldum kendimi. Soğuk bir Aralık gecesiydi. Neyse ki ellerim arkamdan değil önümden kelepçeliydi. Üzerimde ne var ne yoksa alıp boş bir kâğıda kaydettiler hepsini. Üste tarih, alta imzalar atıldı. Derisi eprimiş bir cüzdan, metal kayışlı kol saati ve beyaz altından bir yüzük… Bir de devletin karşılamadığını sonradan öğreneceğim, koğuşun bir önceki aydan kalan elektrik ve su faturalarını ödeyecek yetmiş iki lira yirmi beş kuruşum…
“Çıkarken alırsın…” dedi memurlardan biri umursar gibi. Özgürlüğünden başkasını almak isteyen kim? “Bekle ki çıkarsın!” anlamındaydı zaten cümlesi. Boyumu, kilomu ölçtükten sonra ne iş yaptığımı sordular.
“Bizim yazıcı çalışmıyor, bakarsın bi ara…” dedi diğeri yüzüme hiç bakmadan.
O gece geçici, ertesi gün kalıcı koğuşa gideceğim söylendi. Suça göre gruplama bir sonraki gün yapılır, benzer suçları işleyenler, işlemeye yeltenenler ve tabii ki masum doğanlar aynı koğuşlara yerleştirilirmiş, bilmezdim. Dışarıdaki hayata dair yüklerimden kurtulmuş loş koridorları uygun adım geçerken bir elini duvara diğerini gece nöbetine kalmış gardiyana dayayarak güçlükle yürüyebilen o ‘sonradan meczubu’ ilk kez o gece görmüştüm. Ayaklarında naylon pazar terlikleri, üstünde aile babası atleti ve yaşlı gözleriyle boğuk çığlıklar atarken ağzının kenarından çenesine sızıyordu salyaları. Gözlerindeki korku anlamını yitirmiş, tarif edemediğim başka bir şeye dönüşmüştü.
“Kapalı yerde kalma korkusundan muzdaripmiş…
Zenginmiş…
İlk geldiğinde ne de düzgün bir adammış…”
Bilmezdim, sonradan söylediler de öğrendim.
Ona benzeme olasılığımın verdiği korkuydu geçici koğuşta sabaha kadar içimi kemirip gözlerimi kapattırmayan. Moralimden sonra midem de bozulmuştu. Alaturka tuvalet ayak bileğime kadar içinde pislikler yüzen balçık kıvamındaki suyla doluydu. Yine de girdim. Tavandaki ince, uzun ve paslı demire asılı büyük çengel çocukluğumun kasaplarının derisi yüzülmüş kuzuları astıkları çengellere benziyordu. Kendini o çengele asan birilerinin olup olmadığını merak etmiştim.
Ertesi sabah Beyoğlu’nun arka sokaklarında kubar satmakla övünen, yüzleri yara bere içindeki yeni reşit iki çocukla ve bir önceki gece işledikleri cinayetlerin farkında değillermiş gibi yapan soğukkanlılarla aynı sırada buldum kendimi. Farkındalık buydu demek. Birilerinin adını yeniden koyması. Bir araya gelip suçu anlamlandıran harflerin altına adını yazması. “Muhtemelen dışarıda bu adamlarla muhtelif kuyruklara da girmişimdir…” diye düşünmüştüm. Banka, tuvalet, hastane, pide…
“Konuşmayın lan! Ses çıkmayacak!” diye bağırdı müdür yüksek bir perdeden. Kulağıma çalınıp kafamda uçuşan belirsizlik ünlemlerini dağıtan o ilginç serzenişlerden çok az sonra…
“Haybeye ittirdik be baba bıçağı… Bak nerdeyiz şimdi… Döndük dolaştık yine geldik mekâna işte…”
“Kedi kafası gibi para vardı lavuğun cebinde…”
O gün varacağım sirkte daha ne tabirler duyacağımı ve ne insancıklar tanıyacağımı kim bilirdi de ben bilmezdim.
Önceki renginin mavi olduğunu dökülmüş boyasının zorla tutunan parçalarından seçebildiğim o paslı demir kapıdan içeri girdiğimde görmüştüm ilk kez hepsini. Kapıyı üstüme kilitleyen demir çubuğun bir ömür boyu unutamayacağım o sesi hızlı attığım adımlarımdan hemen sonra yankılanmıştı boş koridorlarda. Ne zaman sert kapanan bir kapı sesi duysam zihnimde canlanacak bir ses o gece yazılmıştı belleğime. Kedi Kemal’in böyle dertleri yoktu misal. “Arizayim ha!” diye bağırıp dururdu ne kadar arıza olduğunu hepimize belletmek için. “Havlayan köpek ısırmaz be Kemal’im” diyordu şimdi ismini unuttuğum, altmışlı yaşlarının başında, her yeni gelene ilk sözü “Siyasiyim!” olan, ömrünün yüzde yetmişini koğuşlarda geçirmiş o zavallı adam. Kendini iyice inandırmıştı belli ki baş koyduğu yola. İnandırmasın da ne yapsın, onca yıl hayatta kalması mucize olurdu yoksa. Boşa geçirdiği ömrünün hesabını vereceğinden bihaber sabırla diziyordu boncukları rengarenk iplere. Kedi Kemal’in saçları iyice seyrelmiş, dişleri Tarlabaşı’nın gediklilerinden yediği dayaklardan epeyce azalmıştı. Her sırıtışında ortaya çıkan, alt sırada birbirine eşit mesafede duran çürümüş iki dişini saymazsak başka dişi de yoktu aslında. Olur olmaz her şeye gevrek gevrek gülen ‘Şopar’ lakaplı olanı da her sırıttığında gülerdi kediye. Sonra bir kırk boylarında, elleri nasırdan ibaret marangoz Yakup usta. Zenginlere meşeden masalar yaparmış. Ucuz Roman’dan özenip “Meşe adamı mısın?” diye sormak isteyip de dalga geçtiğimi düşüneceğinden emin olduğum için o soruyu hiç soramadığım emekçi. Çeklerini ödeyemediği için düşmüş. Ölümüne ucuz sigara kokuyor. Sanırsın ki dayı her daim yanan, yanarken yürüyen dev bir sigara. Tek korkusu sigarasının bir kaç gün sonra bitecek olması. Sonra her gece yorganı yüzüne çekip sessizce ağlayan, izbe bodrum katlarında kim bilir kimlerin zoruyla krupiyelik yapan on sekizindeki o çocuk. Bir de otuz beş yılını ülkenin çeşitli hapishanelerinde geçirip babalarla kurduğu dostluklarıyla övünen, “Kokoine her ay gırk bin basardım ha…” diyen koğuş ağası… Yüzünde onlarca faça ve dikiş izi vardı. Kendi gelmese de namazı düzenli kılanlara izin verir, sabah namazına kalkmayanlara kalan namazlar için izin vermezdi. “Çocuk oyunu mu lan bu?” diye sorar, dışarıda olduğunu söylediği gibi içeride de başka bir kafada yaşadığını belli ederdi. Sivilde pilav arabası çalıştırdığını söyleyen mütedeyyin Adem’den alırdı raporunu da. İşleri kötü gidince şoförlük yapmaya başlamış. Bir müteahhidin yanına vermişler. Herif çocuğu kandırıp imzalı vekaletini aldıktan sonra üzerine inşaat şirketi kurmuş ve aynı daireyi otuz beş kişiye birden satmış bunun üzerinden. İlk günler yediği dayaklardan saçları, yine o günlerde yirmi beş kişinin bulaşığını yıkayan elleri kısa bir sürede bembeyaz olmuş otuz yaşındaki çocuğun. Saat gibi yapmıştı başına gelenler onu. Her gece tam yirmide yatar, her sabah sıfır beşte uyanır, sessizce dürterdi ayağımı. Sıçradığımda yüzüme gülümseyerek bakar, “Ezan abi…” derdi. Kader mahkumluğundan çok keder mahkumluğuydu onunki. Ezan sesini dinlediği vakitlerin dışında yüzü gülmezdi. Başkaları da vardı sonra. Mesela arkadaşının matbaasında bastığı sahte paraları her hafta gittiği masaj salonunda harcayan ‘Zaza’ lakaplı o eleman… “Orada çalışan kadınların beddualarıyla düştü buraya it!” deyip kahkahayı basar, günlük eğlencelerine meze ederlerdi onu da.
Her biri başka olsa da çoğu aynı şeyi soruyordu bana:
“Ne işin var senin burada aga?”
Bense hep aynı şeyi düşünüyordum içimden,
“Kötü diye zanda bulunduğum her şey benim için iyidir belki, nereden bileceğim?”
Bilmezdim.
Her hatırlandığında burnun direğini yeniden sızlatan, ter kokusuna karışmış kesif sidik kokusu hiç geçmezmiş… Yumuşatıcısı fazla kaçmış ev çarşafının ve yastık kılıfının kokusu dünyanın en güzel kokularındanmış… Ranzalar dolduğu için kışın yerde yatmak zorunda kalındığında fayansların soğuğu sırtını bir ömür boyu ürpertirmiş… Küçük bir gözden litreyle verilip pay edilen çorbayı kaşıklamak için asla yeterince kaşık bulunamazmış. Matrix’teki ermiş çocuğun söylemi zor yoldan öğrenilirmiş, “Kaşık aslında yokmuş”. Çatal ve bıçak da yokmuş… Peynir iple kesilirmiş. Burada vakit geçmez, geçirilirmiş. Hatta şişlenirmiş. Cezaevinde ne gazeteleri seri ilanlarına kadar okumakla ne de demi zift kıvamındaki çayın eşliğinde dudaklar tuzdan şişinceye kadar çekirdek çitlemekle geçmezmiş zaman. Sigaranın dumanı bazen öyle yoğun olurmuş ki bulutların üzerinde gezindiğini sanarmış insan. Sade duman altı değil dumanın üstüymüş de koğuş çoğu zaman. Duman bulutlarının arasından boş gözlerle seçmeye çalışırken karşıdaki rutubetli duvarı, yapılan uzun mesafeli uçak yolculuklarındaki o seçkin ikramları anımsatırmış çay kaşıklarının sesleri. Bir uzay mekiğine binme ihtimalin milyonda bir bile olmadığına göre özgürlüğe en yakın olduğun o yerde, yerden on kilometre yukarıda ilerlerken hatıralarından en çok aklında kalanının okyanusları seyrettiğin o yolculuklar olduğunu da öğretirmiş. Zayıf düştüğün anlarda sıradan sahneler bile bir zamanlar kaymağını yediğin geçmiş hayatının kesitlerini hatırlatıverirmiş çoğu zaman. Damarlarını ab-ı hayat benzeri bir özgürlük iksiriyle dolduran uçuşlardan izin almadan nefes bile alamayacağın elli metrekarelik izbe bir koğuşa düşmüşsündür çünkü. Eskiden seni ancak rüyalarında üzen bilinçaltının fırsatını bulduğunda ne kadar acımasız olduğunu ve en zayıf düştüğün anda seni uçlarla sınayacağını öğrenmişsindir artık. Bir tatil köyünde keyif yaptığın güneşli yaz günlerinden birinde tek başına yediğin iki kişilik yemeğin üzerine içtiğin damla sakızlı, naneli lokumlu Türk kahvesinin kokusu gelir burnuna hiç beklemediğin bir anda. Geçmek bilmeyen zaman ancak saymayı bıraktığında geçmiştir sonra.
Sonra, kapı arkandan kapanır. Girdiğindeki gibi unutulmaz bir ses değildir duyduğun. Sen de aynı kişi değilsindir. Artık biliyorsundur.
Her yazana sorulan o soru bir gün sana da sorulur sonra.
“Siz bunları gerçekten yaşadınız mı beyim?”