‘Başı Sinuklar (bizler) için kılavuz’ Orhan Hocamı anmak…
Orhan Hoca’yı anmak
Kültürümüzde birisini yaşarken anmak veya övmek genellikle hoş görülmemiş. İnsanın nefsiyle baş başa kalmasını engellemek, o en büyük savaştan kazanarak çıkmasını sağlamak için belki. Ama insan zaman zaman motivasyona da ihtiyaç duyuyor. Kendisi; yazdıklarımı, yazarken yanımda olsa dilimi eleştirirdi muhtemelen. Benim bildiğim kelimelerle onu anmak oldukça zor olacak. Ama en azından benim gibi bu çağ tarafından yorulmuş insanlar yani siz değerli okurlar anlayacak… Bir dil bilip onu da yarım bilenlerden olmak en çok bu anlarda zor geliyor.
Babalar çocukların yıkılmaz kalesidir. “En güçlü baba benimki” der bir çocuk diğeri “benimki her şeyi kaldırabilir” derken… Ulaşılamaz bir yerdedir çocuk için babası. Eleştirilemez, dokunulamaz birçok yoksunluktan beridedir. Belki küçük yaşlarda tanışmanın etkisiyle belki de geçen yıllar içerisinde bir kere bile herhangi bir hatasını görmediğim için benim için böyledir, Orhan Hoca. Ne övülünce gururlanacak ne övülmeden moral bulamayacak kişilerdendir. Kendi işini kendisi görür. Kendi yağında kavrulur. Kendi ayaklarının üzerinde durur. En ufak şeyi ziyan etmez; zamanını, parasını ya da verilen hiçbir nimeti… İnandığı yolda diklenmeden dik durarak yürür, istikrarlıdır. Onu yürüdüğü herhangi bir yoldan benim minik bir yazımın döndüreceğini sanmam. Bu nedenle gönül rahatlığıyla ikinci kez düşünmeden yazacağım.
Hocayla tanışmamız lise yıllarıma denk geldi. Lise 1’deyim. Hazırlık okuduğum, Aksaray Sosyal Bilimler Lisesi… Lisemin kurulmasına öncülük etmiş kişi de kendisidir. O dönem hayat beni yormuş, genç bir savaşçı olarak daha geçim nedir bilmezken geçim derdi yaşıyordum. Kitap alacak param yok. Daraldığım konular var. Kitaplara sığınmışım… En çok da beni bir yerden başka bir yere götüren divan edebiyatına. Asitane dergisini okuyup araştırıyorum. Derdimin çözümü O’na dönmek… Nasıl yaparım derken bir kitapla karşılaştım. “Müzekkin Nüfus-Eşrefoğlu Rumi”. Kitabı tüm memlekette arıyorum ama nerede kim kaybetmiş ki ben bulacağım. Orhan Hoca’yı daha önce görmüştüm. Ama o dönem hocalar bırakır mı bizim gibi garibanlar sorularını sorabilsin! Okulda neden olduğu bilinmez; hocaların çok sevdiği iki öğrenci var: Sümeyye ile Betül. Sürekli onlar gidiyor hocanın yanına. Biz de okuyoruz, hem de belki onlardan daha çok ama müsaade edilmiyor.
Bir gün anneme ağladım. “Bir kitap bile almadınız sonra tembel diyorsunuz. Demesi kolay bir tane matematik kitabım bile yok.” Annem üzüldü duruma… Ne yaptı etti biraz para ayarladı. O dönem Anadolu Kırtasiye vardı; hâlâ da var ama o dönemki hâlinden eser yok. Gittik kitap soruyoruz. Annem, Orhan Hoca’yı gördü. Selam verip bana verdiği kitaplar için teşekkürlerini iletti. Hoca beni yanına çağırdı. “Sana hangi kitabı versek mutlu olursun?” diye sordu. Her kitap nasip meselesi derler ya haklılar. O dönemki imkânlarla hocayla karşılaşmasam bu kitabı asla alamazdım. “Aklımda Müzekkiin Nüfus var. Ama bulamadım.” dedim. Hoca, “Aradığın kitap bende.” dedi. O kadar sevindim ki anlatamam. “Acemi Yolcu” kitabını da verdi yanıma. “Bunu okursan temin edeceğim inşallah.” dedi. O kitabı nasıl okuduğumu bilmiyorum! Yuttum sanırım. Ne kadar istiyordum kitabımı anlatamam. Heyecanla, merakla, aşkla günü bitirdim.
Ertesi gün Müdire geldi. Okulun, hocalar gözünde popüler çocuğu Sümeyye’yi çağırdı. Beni değil! Hayal kırıklığına uğradım. O kadar öfkelendim ki anlatamam. “Zaten büyük adamlar hep böyle yapardı. Söz verip tutmazlardı. Bunu daha 5. sınıfta okul başkanıyken belediye başkanının verdiği sözü tutmamasıyla öğrenmiştim. Ama ‘bu insan daha güvenilir’ demişti iç sesim. Kendime kızdım. ‘Yahu kocaman adam ne yapacaktı ki benim aradığım kitabı? Neden değerli olacaktım ki onun için? Kim değer vermişti ki o versin?’” Sonrasında isim karışıklığı olduğu anlaşıldı. Hoca beni çağırmış… Ama okulumuzdaki sorumlular bizi layık görmediklerinden olsa gerek çağırmamışlar.
Velhasıl kitabıma kavuştum. Hoca, her doğru ve güzel soru sorana bir kitap veriyordu. Tatil günlerinden ve boş vakitlerinden feragat edip bizlerle görüşüyordu. Her kitabı özenle dinliyor; bize kitap tahlil etme yeteneği kazandırmak için uğraşıyordu. Kitaplar eskimesin diye poşetler, kıvrılarak işaretlenmesin diye ayraçlar, yağmurda ıslanmasın diye şemsiyeler veriyordu. Bazen kitapların içinden harçlıklar çıkıyordu. Bazen de okurken beynimiz açılsın diye yiyecekler veriyordu. Onun bize belirlediği dünyada işimiz gücümüz okumaktı. Yazarlar getirtip bizi onlarla; tanıştırılmaya değer olduğumuzu hissettirerek tanıştırıyordu. Hepimizi ayrı ayrı özenle yazarlara takdim ederdi.
Veren el alan elden üstündür ama bu kadar kırmadan, dökmeden, incitmeden vermek her kişinin değil er kişinin kârı… Ondan bir şeyler alırken onun nasibinin bize vermek, bizim nasibimizin de ondan almak olduğu konusunda hem fikirdik. İnsan gönül ehli olunca birçok şey bambaşka cereyan ediyor. Yunus okuyan, Mevlana okuyan bir şehre okumayı sevdiren, modern zamanın karışıklığını düzenleyen, Ömer gibi yönettiği vilayette en küçük koyunun hakkını gözeten, herkesin kimsesi olan buradaki kimseyi bir dizeyle anlatmak isterim:
“Kimsesiz hiçkimse yok her kimsenin var kimsesi,
Kimsesiz kaldım yetiş ey Kimsesizler Kimsesi” (–Ruşenî)
O, tam da bizi aslolana ulaştıracak olan kimsemizdi.
Üniversite döneminde tökezlediğim zamanlar yanımdaydı. Şimdi benden küçüklere ben destek olurken de öğrencilerimin hâlâ yanında. Ona ne kadar teşekkür etsem az kalır. Bir insanın gelebileceği en yüksek noktanın, güvenilir insan olmak olduğunu söyler merhum Doğan Cüceloğlu hocamız. Ben, Peygamberimizden miras kalabilecek “emin” sıfatının en çok yakıştığı insan olarak niteleyebilirim hocamızı… Bugüne kadar sonu selamete varmayan tek tavsiye almadım hocamızdan. Ona güvenmek, sırtımı yaslamak yıllarımı aldı. Hep burnumun dikine gittim. Neredeyse 10 yıl… Bugün şartlar ne olursa olsun; rüzgâr nerden eserse essin, beni yüzüstü bırakmayacak, nefsine yenilmeyecek tek kişi olduğu için ona bir kere buradan teşekkür etmek istiyorum.
“Gül yetiştiren adam” olduğu için… Dünyadaki “Yüzler”i bana gösterdiği için… ‘Başı Sinuklar (bizler) için kılavuz’ olduğu için… Salihlerle olunuz, hadisinin anlamını bizlere öğrettiği için… Mustafa Kutlu’nun “Bir şey yap güzel olsun… Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin. Bir şey yap, doğru olsun. İnsanları yalanın ve yanlışın bataklığına düşmekten korusun. Rüzgâra ve akıntıya kapılmasın; kırılsın lakin eğilip bükülmesin… Bir şey yap iyi olsun. Hizmetten, hürmetten, merhametten müteşekkil olsun. Kalpleri yumuşatsın; garibin, yolcunun, zayıfın derdine derman olsun.” dediği o şeyi yaptığı için…
“Kanadı kırık kuş merhamet ister.” diyerek bizi; hayatın incittiği kuşları merhametle karşıladığı için… Yanımdaki Yemen’deyken; kendisi ta Yemenlerden yanımda olduğu için… “Gönüller yapmaya geldik.” diyerek gönlümüzü yaptığı için… “Gel ha gönül havalanma.” diyerek hep bizimle olduğu için…
Daha birçok şey için dolu dolu teşekkür ederim. En çok da gerçek kılavuz olan Peygamberimize giderken bize kılavuzluk yaptığı için teşekkür ederim.
“İlim bir noktaydı, onu cahiller çoğalttı.” Belki doğru tek bir kelime ile anlatmak mümkündür ama benim kelime hazinem zayıf olduğundan bu kadar uzun anlattım. Amacım az çok demeden birilerinin böyle güzel bir insana denk gelmesidir. Hata ettiysem affınıza sığınırım. İsmini onun da isteyeceğini düşündüğüm şekilde tam söylemiyorum, saklı tutuyorum. Biliyoruz ki gönül ehli insanlar asla aşikâr olmak istemezler.
Hepimizin bir gün böyle bir gönül mimarına denk gelmesi dileğimle.