Kültür - Sanat

12 tarikattan icazetli bir büyük zât: Abdurrahman Sâmî Efendi

Abdurrahman Sâmî Niyâzî Hazretleri, “küll tarîkatten” icazetli bir mürşid olmasına rağmen, “Uşşâkî” tarîkatinin silsilesini devam ettiren ve Uşşâkî nisbesiyle anılan bir büyük zât. Kaynaklarda doğum tarihi ihtilaflı olmakla beraber, Sefîne-i Evliyâ’da Hüseyin Vassâf 14 Şubat 1879 olarak tespit etmiş; İbnülemin Mahmud Kemal İnal da Son Asır Türk Şairleri’nde bu tarih üzerinde durmuş. Ayrıca bu tarih, 12 Rebiülevvel tarihine denk düştüğü için, Fahr-i Kâinât Efendimiz ile aynı günde doğmuş oluyor Abdurrahman Sâmî Efendi.

Sâmî Efendi, Fatih Bahr-i Sefîd Medresesi’nde ilim tahsilini tamamladıktan sonra Fatih Medresesi’nde ders-i âm (profesör) olarak görev yapmaya başlıyor. Aynı zamanda bir kimyager. Hatta kimya ilmini İslamî açıdan izah eden bir kitap kaleme alıyor, tabii onlarca kıymetli eserinin yanında… Ve geçimini, kimyagerliğini kullanarak ürettiği kokular vasıtasıyla sağlıyor.

İstanbul’un merkez vaizi olarak birçok camide vaazlar veren, vaazlarının tesiriyle bütün İstanbul’da şöhret kazanan, özellikle sigaraya karşı verdiği vaazlarla cami cemaatinden tiryaki olanların vaaz çıkışında tütünleri külçe külçe atmasına sebep olan bir vaiz Sâmî Efendi. Arapça ve Farsça’yı eser verecek derecede, Fransızca’yı ise Fransız dervişlerine kendi dillerinde sohbet yapacak derecede iyi biliyor.

Abdurrahman Sâmî Niyâzî, birkaç tarîkatten feyz almasına ve bazılarından icazetli olmasına rağmen içindeki yangını söndüremeyen, susuzluğunu gideremeyen bir âşık. Geceler boyu yalvarması, yanması, yakılması neticesinde bir Ramazan gecesi mânâsında Hz. Peygamber’i görür. “Seninle bundan böyle Şücâeddin Efendi ilgilenecek.” buyrulur mânâda. Fakat yalnızca Şücâeddin Baba’nın ismi zikredilmiş, başka hiç bir bilgi verilmemiştir.

Selahattin Aydemir isminde bir zâtın yazdığı ve Çorum’da bir ofset matbaa marifetiyle basılan “Abdurrahman Sâmî Niyâzî” isimli eserden öğrendiğimize göre Sâmî Efendi uzun süre yana yakıla aradıktan sonra Çanakkale’den kendisine vaaz teklifi gelir. Düğümünü çözecek olan mânâ sultanını orada bulmak ümidiyle teklifi kabul eder ve gemiyle Çanakkale’ye vasıl olur. Kendisini, yol yordam bilmediği bu şehirde iri yapılı ve hamal kılıklı fakat nûr yüzlü bir ihtiyar karşılamış ve valizleri alarak hızla yürümeye başlamıştır. Sâmî Efendi burada da meşhur olduğunu, ihtiyarın kendisini tanımış olabileceğini düşünerek bu zatın peşine takılır.

Valizleri taşıyan kişiden çok daha genç olmasına rağmen adeta ihtiyarın hızına yetişememektedir. Şehir merkezine doğru gidecekleri yerde gittikçe tenhalıklara ilerlemektedirler. Nihayet hiç kimsenin olmadığı bir yere geldiklerinde ihtiyar zât valizleri yere bırakır ve “Amma yordun bizi be Niyâzî!” der.

“Evlâdım, o dergâhlarda bir zamanlar bülbüller öterdi”

Abdurrahman Sâmî Efendi o anda olan biteni anlamış, bir şevk ihtilali içinde Ahmed Şücâeddin Baba’nın nûr kümesi olan ellerine kapanmıştır. Âşıkla mâşuğun biliştiği, vuslat şûlesinin felekleri aydınlattığı bu demde, bir zaman sonra Sâmî Efendi, “Aman Sultanım, bana Niyâzî buyurdunuz. Mısrî Efendi’ye çok muhabbetim vardır amma O’nun ibtilâsı çok ağırdır. Ben de aynı şeyleri yaşamaktan korkarım.” diye niyâz edince Şücâeddin Baba, “O zaman senin ibtilân altı ay olsun, o da kolay geçsin.” buyurur. Bu söz, yıllar sonra yerini bulacak, Sâmî Efendi İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandıktan sonra mahkeme hükmüyle altı ay hapis yatacaktır.

Anlı şanlı vaiz Sâmî Efendi, halkın “Sucu Artin” diye dalga geçtiği bir zât’ın bendesi olur böylece! İnsanlar koskoca Sâmî Efendi’nin böyle bir zâtın dervişi olmasını anlayamazlar ve kabullenemezler. Üstelik Şücâeddin Baba’nın, Sâmî Efendi’ye mânâsında içki ve sigarayı göstererek “Ya o, ya bu!” demesi üzerine çârnâçâr sigarayı seçecek ve bir zamanlar tiryakileri caydırdığı camilerin önünden sigara içerek geçmeye başlayacaktır. Fakat O’nun Efendisine olan bağlılığı ve had-hudut tanımaz aşkı bununla da sınırlı değildir. Bir gün Şücâeddin Baba’nın, “Evlâdım, eğer dişlerinin arasında hocalıktan zerre kırıntı kalırsa ebeden feyzden mahrum kalırsın!” demesi üzerine, bütün dişlerini söktürmüş ve azîzinin eline ipek bir mendil içinde bırakıvermiştir.

Sâmî Efendi bu aşkla 4 yılda tekmîl-i sülûk eyleyip Yahya Kethüdâ Dergâhı’nda irşadla meşgul olur. 1925’te tekke ve zaviyeler kapatılınca dervişleri Sâmî Efendi’ye çokça serzenişte bulunmaya başlar. Onun verdiği cevap ise kesindir: “Evlâdım, o dergâhlarda bir zamanlar bülbüller öterdi. Şimdi kargalar işgal etti. Biz de kapattık!”

Şeyh Sâmî Efendi, Uşşâkî nisbesiyle anılmasına rağmen Uşşâkiyye haricinde 11 tarîkatten icâzeti olan ve bir yerde “Gerçi göründüm Sâmî Niyâzî / Tebdîl-i sûret ettim de geldim.” diyecek kadar hakîkatin şâhikâlarında dolaşan bir eren. Osmanzâde Hüseyin Vassâf Efendi, Sefîne-i Evliyâ’da Sâmî Efendi’nin aldığı icazetleri şöyle sıralar:

1- Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşıbendiyye’nin Muhammed Cân Kolu: Edirne’de Mihâl Bey Dergâhı şeyhi Ebubekir b. Halîl Efendi’den,

2- Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşıbendiyye’nin Behcetiyye Kolu: Hisar şeyhi Muhammed Nurullâh Efendi’den,

3- Tarîkat-ı Aliyye-i Kâdiriyye’nin Karîbullâh Kolu: Mısır meşâyıhından Ebu’l-Envâr Feyzeddîn halîfesi şeyh Hilm Efendi’den,

4- Tarîkat-ı Aliyye-i Kâdiriyye’nin Muhyiddîn-i Arabî Kolu: Şeyh Hayrullâh hazretlerinden,

5- Tarîkat-ı Aliyye-i Sa’diyye: İsmâil Rüşdî-yi Edirnevî’den,

6- Tarîkat-ı Aliyye-i Şa’bânîyye: İzmirli Şeyh Ahmed Efendi’den,

7- Tarîkat-ı Aliyye-i Rufâiyye vü Bedeviyye: İzmirli Şeyh Mustafa Hilmî Efendi’den,

8- Tarîkat-ı Aliyye-i Gülşeniyye: Edirneli şeyh Şerefeddîn Efendi’den,

9- Tarîkat-ı Aliyye-i Şâzeliyye: Şeyh Hayrullah Efendi’den,

10- Tarîkat-ı Aliyye-i Düsûkiyye: Şeyh Abdurrahmân-ı Kalenderî’den,

11- Tarîkat-ı Aliyye-i Mevleviyye: Manisa’da medfûn İsmâil Çelebi’nin rûhâniyetinden icâzetini almıştır.

Muzaffer Ozak Hazretleri de Sâmî Efendi’nin dervişlerinden

Son dönemin meşhur şeyhlerinden Sahhâflar Şeyhi Muzaffer Ozak Hazretleri de Sâmî Efendi’nin dervişlerindendir. Selahaddin Aydemir, ismini zikrettiğimiz kitabı hazırlarken Muzaffer Efendi hayatta olduğu için kendisini ziyaret ederler ve Sâmî Efendi hakkında kendisinden malumat isterler. Muzaffer Ozak, Abdurrahman Sâmî’nin ismini duyunca ayağa fırlar, ellerini göğsünde buluşturup gönülden bir “Hû” çeker ve Selahaddin Bey’e Sâmî Efendi hakkında, yukarıda bir kısmını aktardığımız bilgileri verir.

Muzaffer Ozak, 1934 yılında bir sabah vakti ziyaretine gittiğinde Sâmî Efendi’yi secdede iken âlem-i cemâle yürümüş vaziyette bulur. Muzaffer Ozak, Sâmî Efendi’nin göçmesine yakın bir zamanda kendisine bütün kitaplarını gömmesini emrettiğini aktarır. O eserlerin akıbetini bilmiyoruz, ama hadisten işârî tefsire, divanından kimya kitaplarına kadar yirmiden fazla eseri bulunuyor hazretin. 1980’de İzmir’de Şahinler Vakfı tarafından basılan Dîvân’ı haricinde günümüz harfleriyle basılan eserinin bulunmaması çok üzücü. Fakat H Yayınları, yakın zamanda Abdurrahman Sâmî Efendi’nin dört kitabını birden (Dîvân-ı İlâhiyât, Mevlîd-i Müctebâ, Mir’ât-ı Eyyâm, Nâme-i Muharrem) yayımlayacağını duyurdu. Merakla bekliyoruz.

Muhammed Bâkır Köse

Source link

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu